18 Eylül 2016 Pazar

Hayal ve Gerçeklik Arasında Kalmış Bir Delilik

Dibine Kadar


Bugünün filmi :



Beş polis aldıkları bir ihbar sebebiyle gizemli bir ormana giderler. Fakat orada buldukları yıkık dökük evin içine girdiklerinde kendilerini gerçeklikten uzak ve ölüme yakın hallerde bulacaklardır.

Bu yazıya nasıl başlayabilirim bilmiyorum. Uzun zamandır ilk kez izlerken ve izledikten sonra beni kelimesiz bırakan bir film izledim.
Film gerçekten şoke edici. Herkese göre değil. Kesinlikle herkese göre değil. Korku film hayranlarının yiyip bitireceği bir film. Ve Türk yapımı olduğu için çok mutlu olduğum ve gurur duyduğum bir film. Çünkü :
Yaklaşık her hafta Türkiye'de vizyona giren ve 6 ayda bir devam filmleri çekilen korku filmlerinden biri değil. Ne zaman ''bu hafta çıkan filmler'' bölümüne girsem adını telaffuz edemediğim, posterinden anlaşılacağı gibi cinli - perili - şeytanlı - klişe korkutmaların olacağı, sıkıcı ve sizi korkutmaya söz veren sahnelerine güldüğünüz bir Türk korku filmi karşıma çıkıyor. 

AMA Baskın(ya da burada vizyona girdiği adıyla Baskın: Karabasan) öyle bir film değil. Gerçekten ama gerçekten, bunu daha fazla vurgulayamam, orijinal bir film olduğunu size hissettiriyor. Can Evrenol filmi daha önce hiçbir Türk korku filminde görülmeyen bir şekilde yönetiyor. Filmde Only God Forgives, The Thing ve Hostel filmlerinden esinlendiğini görebiliyorsunuz ve bunu söylemek bile mutluluk verici. Bu filmlerden ilham alıp bu aldığı ilhamı özenti olmayacak bir şekilde ekrana yansıtması ciddi anlamda yetenekli olduğunu ve çok iyi yerlere geleceğini gösteriyor.

Bazı sahnelerin altındaki felsefik ve soyut kavramlar, ilginç ve akılda kalıcı bir kötü adam ve hakkında daha çok öğrenmek/görmek istediğiniz sempatik baş karakter. Ve büyük ihtimalle filmin en çok parladığı alan: Pratik efektler. ''Aman Türkler yapamaz öyle kan efektlerini sahte durur'' cümlesini bize yutturan ve tam olmayı istediği gibi zaman zaman gerçekçi, zaman zaman sizin midenizi düğümleyecek ve zaman zaman olabildiği kadar iğrenç olmayı başaran efektler. Film en başından son saniyesine kadar derinizin altına giriyor, sizi rahatsız ediyor. Karakterlerin diyaloglarından, yönetmenin gösterip göstermemeyi tercih ettiği sahnelere kadar koltuğunuzun ucunda ''bunu nasıl başardılar'' ya da ''bundan sonra ne olacak'' cümlelerini kuracağınız bir film.


Ve müzikleri... Sinema alanında ''Türkler yapamaz'' dediğimiz ne var ise bu film başarıyor. Ulaş Pakkan tarafından ustaca bir şekilde yapılmış ve dinleyince size filmi - ve o sahneleri - hatırlatacak bir soundtrack. Yine Nicholas Wending Refn filmlerinden ilham alınmışsa bile duyulduğu zaman Baskın filminin - ve o unutulmayacak sahnelerinin - aklınızdan geçeceği(ve filmi izledikten sonra hemen aldığım) bir albüm.

Filmin zayıf yönlerini ikiye ayırabiliriz : Hikaye ve Karakterler

Hikaye muhteşem bir şekilde hiç görülmemiş diyebileceğimiz bir hikaye olmasa da ilerledikçe kendi tarzını yansıtıyor. Hikayenin sıkıntısı, kendi dünyasını düzgün bir şekilde yaratamaması. Film gerçeklik ve hayal arasında ince bir çizgide gidip gelirken size kesin cevaplar sunmuyor. Ve bunu görmezden gelseniz bile film kendi evreninin kurallarını koymadığı için her yaşanan olayı kabul etmeniz ve göz yummanız geliyor. Özellikle filmin finalindeki abartılı ve iddialı tercihi mantıklı bulamıyorsunuz. Seyirciyi düşündürtmek kendi aralarından sorgulatmak için değil de bütün filmin sebebini ve amacını sorduran bir final olarak karşınıza çıkıyor.

Karakterler ise sessiz ve kendi halindeki baş karakterimiz dışında hiçbir karakterle empati kuramıyorsunuz. Çünkü gerçekten iğrenç ve kötü insanlar. Film ilk yarısını sanki onlardan nefret etmenizi istiyormuş gibi kurguluyor. Tabii böyle yapınca da filmin devamında olan şeyler gerçekleştikçe karakterle karşı sevimsizlikten başka bir şey hissetmediğiniz için umursamıyorsunuz. Hatta kötü karakterin söylediği şeyler mantıklı gelmeye ve onun tarafını tutmaya başlıyorsunuz.

Sonuç : Türk korku filmlerinde yeni bir dönem başlatan, kendim bir korku filmi hayranı olarak ülkemde görmeyi uzun zamandır beklediğim, hikayesini sıkıntılı bulsam da ekranda gördüklerimle kendisi affettiren bir film. 

Baskın'a özel olarak puanlama sistemimi bu seferlik bırakıyor, sizden filmi izlemenizi ve kendi film zevkinize göre mi karar vermenizi istiyorum.

Bugünlük bu kadar.

15 Eylül 2016 Perşembe

Belgesel Kılığında Dram Filmi

Durumumuz Daha Ne Kadar Kötü Olabilir Ki?


Bugünün filmi : Weiner


Belgesel, seks skandalı yaşadıktan sonra siyaset dünyasına geri dönmeye çalışan bir politikacıyı konu alıyor. 


Şimdi bir belgesel yorumu okunduğu zaman okuyucunun aklına şu soru gelir : Belgeselin iyisi - kötüsü olur mu? Ve bu sorunun cevabı her defasında aynıdır : Tabii ki de olur. Çünkü belgeseller - ne kadar kendilerini film gibi görmeye çalışmasak da - filmdir. Nasıl bir filmin iyisi kötüsü oluyorsa belgesellerde de aynı kurallar geçerlidir.

Kendinizi gerçek hikayeye bağlamanız, akıcılığını hissetmeniz ve karakterlerle empati kurmanız gerekmektedir. Ve Weiner bunların hepsini layıkıyla gerçekleştiriyor. Şöyle ki :

- Bu skandaldan kendini kurtarmış artık kişisel hayatıyla değil, siyasi başarılarıyla anılmak istenen tutkulu bir başrolümüz var. Yönetmenler bu fikri size gözünüze sokarak değil, hem Anthony Weiner'a hem de izleyicisine saygılı bir şekilde yaklaşarak bunu başarıyorlar.

- Hikayenin ilk yarısında ''herkes hata yapabilir'' görüşünü takınıp bu karakteri affediyorsunuz. Çünkü New York'un valisi için girdiği yarışta gerçekten halkın mutluluğu için çabaladığını ve söylediği şeylere gönülden inandığını hissediyorsunuz. Yani yazının başında dediğim şey içinizden geçiyor : Empati.


AMA filmin yarısından sonra işler değişiyor. Bu gerçekten olan olaylar o yüzden spoiler olarak düşünmüyorum ama yine de filmi izlemek istemiyorsanız bu paragrafı atlayın... Yönetmenler bu karakteri ve ailesini takip ederken karşılarına medyaya sızdırılan yeni bir seks skandalı çıkıyor. Ve o andan itibaren artık karşınızda hatasını anlayan, bir daha tekrarlamayacağını düşündüğünüz kişi sizi hayal kırıklığına uğratıyor. Ve içinizi burkan şey sizi aldatması değil, eşini, çocuğunu, kampanyasında çalışan herkesi aldatması. Bunu gerçekten hissediyorsunuz ve sanki yönetilmiş oyuncular gibi yüzlerinde gerçekliği görüyorsunuz. Karşılarındakine ne demek istediklerini ama şu an odada kameraların olduğunu ve söyleyemediklerini. Ve artık Weiner'ı isteseler bile hiçbir şekilde affedemeyeceklerini. 


- Ve işte iyi, etkileyici ve akılda kalıcı bir karakter böyle yazılır. Anthony Weiner gerçekten usta yazarlar tarafından düşünülüp yazılmış bir karakter gibi duruyor. Şaşılacak şey ise gerçek bir insan olması. Dediği her şeyin kendi ağzından çıkması ve onun aslında hiçbir şekilde yönetilmemiş olması. En zayıf olduğu, gardının düştüğü anlarda bile kurnazlığını gösteren ve herkese kendi oyunlarını oynaması bilen, sözünü hiçbir şekilde sakınmayan bir insan. Yaptığı şeyler midenizi bulandırsa da yüzüne tükürmek isteseniz bile (inanın isteyeceksiniz) gerçekten incelenecek ve üstünde çalışılacak bir insan/karakter olduğunu size gösteriyor.

Sonuç : Bu yıl belgeseller için çok güçlü diyebileceğimiz yıllardan biri olmaya devam ediyor iken ''kesinlikle'' kaçırılmaması gereken ve ödüller zamanında hep adını duyacağımız bir film.


Sonraki yazı : Bu senenin hiç duyulmayan ama en şok edici filmi. Bloga yazılacak ilk Türk filmi.

Bugünlük bu kadar.

3 Eylül 2016 Cumartesi

Devam Filmleri...

Bu Sefer Korkunç Bir Rahibe

Bugünün ilk filmi : 


Ed ve Lorraine Warren çifti, Enfield, İngiltere'ye paranormal aktiviteler tarihinde en çok kanıta sahip olan olayı araştırmaya ve çözmeye gidecektir. Fakat karşılarına çıkan varlıklar, ailenin kendilerine verdiği güvensizlikle birleşerek onları bu görevlerinde zorlayacaktır.


Tekrar yönetmenlik koltuğuna oturan James Wan, ilk filmde olduğu gibi burada da korku-gerilim türünün ustası olduğunu yansıtıyor. ''Korkunun Tarantino'su'' olarak gördüğüm Wan'ın filmografisine bakınca en az beğendiğim filmleri bile kendi çapında gayet iyi ve kaliteli filmler. Yaptığı hikayeleri bu kadar iyi anlayıp, her filmine kendi tutkusunu yansıtabilen başka bir korku yönetmeni olduğunu sanmıyorum.

Ve bana göre insanları korkutmaktan daha iyi yaptığı şey, ürkütmek. Filmlerini korku süsü verilmiş gerilim filmleri olarak görüyorum... ve Conjuring 2'de bu düşüncemi kanıtlıyor.

Bazen sizi klişe yöntemlerle (ani görüntüler ve yüksek seslerle) korkutuyor mu? Hem evet hem hayır. Evet ses efektiyle bir anda ekrana çıkan şey sizi korkutuyor AMA önemli olan sizi korkutmak değil. O ana kadar sizi bekletmek, koltuğunuzun ucuna kaydırmak ve gözünüz-kulağınız açık bir şekilde ekrana kitlemek. 

Filmin ilk yarım saati ne kadar sizi korkutmuyorsa da haddinden fazla geriyor. Filmin giriş bölümünde bence ilk filmde veremediği gerilim sahnelerini yansıtıyor. Küçük kızın kumandasının kaybolması, kardeşinin oyuncağıyla yaşadıkları ve tabii ki filmin kahramanı Valak sahneleri. Sizi korkutacak şeyin ne olduğunu biliyorsunuz, ne zaman olacağını bilmiyorsunuz. Ve seyirciyi dini varlıklarla görsel bir şekilde en iyi nasıl korkutabilirsiniz? 'Valak' adında ürkütücü bir rahibe ile.



Sonuç : En zayıf yeri olarak ortasındaki 1 saat olarak görsem de ilk ve son yarım saatler korku-gerilim türünde üzerinde çalışılacak ve incelenecek türde sahneler içeriyor. İlk filmi izlememiş olsanız bile izleyebileceğiniz, sadece korku hayranı olmanız gereken, bir film.





Sihir Numaralarının İnandırıcı Olması Gerekmiyor Muydu?


Bugünün ikinci filmi : Now You See Me 2


Konusu : ....Konusuna gerek var mı gerçekten? 

Nasıl bir film olacağını biliyorsunuz zaten konusunu bilip bilmemeniz filmi izleyip izlememenizi değiştirmeyecek ki. Now You See Me 2 nasıl bir film mi? Beyninizi kapatıp, illüzyon numaralarının gerçeklik algısını komple görmeyip, zaman geçirmek için izleyebileceğiniz bir film.

Filmde kullanılan illüzyon fikirleri güzel...ama inandırıcı değil maalesef. Kaliteli ve sinematik bir şekilde yapılmış diyebileceğimiz aksiyon-gizem-sihir sahneleri var, (Kartı çalma sahnesi, yağmur illüzyonu gibi) ama beğendiğim 1-2 sahne olması filme olan bakışımı değiştirmiyor. 
Güçlü bir şekilde başlayıp ''o kadar kötü olmayacak'' dedirten fakat devam ettikçe ne olduğunu, karakterlerin ne yaptığını ve yaptıklarını neden yaptıklarını çözemeyeceğiniz bir film olmaya doğru yol alıyor. 





Özellikle 4 ana karakterimizden birisinin kayıp ikiz kardeşi çıktıktan sonra film kopuyor. Kötü adamların hareketlerini takip edebiliyor ve sürprizler size sürpriz değil saçma bir hikaye noktası olarak gelmeye başlıyor.


Bence şu 2 sahne filmdeki en iyi sahneler o yüzden sadece bu sahneyi izlerseniz filmden alacağınız zevki almış olursunuz  :


Sonuç : Yani...eğer sihir numaraları gerçekçi olsun o zaman kafam yatar diyorsanız bu film size göre değil. Ancak sadece oturup ekrana bakıp biraz da eğlenmek istiyorsanız izleyebilirsiniz. Size kalmış.


Sonraki yazı : Blogda yazacağım ilk belgesel.

Bugünlük bu kadar.

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Yemeğe Davetlisiniz!

Yılın En ''Sessiz'' Filmi


Bugünün ilk filmi : The Invitation


Will ve Kira çifti Will'in eski eşinin evinde bir akşam yemeğine davet edilirler. Ancak gece kendini göstermeye devam ettikçe davetlerinin nedeni anlaşılacaktır.

Evet, filmin konusu ''%100 orijinal'' denilebilecek cinsten değil, kabul. Ama filmin kendisi kesinlikle ''%100 orijinal''. Yılın belki de bütçe ve dağıtım açısından en küçük filmi. Ve her yerde ''bu filmi mutlaka izleyin ama izlemeden önce hiçbir şeyini öğrenmeyin'' yazılarını okumuş olabilirsiniz. Bu yazılar gerçekten doğru. O yüzden konuyu bu kadar geniş bir şekilde yazma mecburiyetinde kaldım.


Kurgunun ve akışın özellikle ilk yarısında yavaş olduğunu düşünebilirsiniz AMA izlemeyi bırakmayın. The Invitation, hayal duygularınızı şüpheye çevirebilen, oyunculuklarının hiçbirinin birini gölgelemediği, filmin ne olduğunu her karesiyle bilen bir yönetmeni olan, mekanı bir yerden çıkartıp karaktere dönüştüren ve beklemediğiniz sürprizlerin sizi beklediği, bu yılın bırakın son yılların en iyi psikolojik-gerilim filmlerinden. O yüzden ''kesinlikle izleyin.''


. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 


Asrın Buluşması


Bugünün ikinci filmi : 


Rock 'N Roll kralı Elvis Presley, dönemin ABD Başkanı Nixon ile görüşmek için elinde kendisini ajan olmak istediğini belirten bir mektupla Beyaz Saray'ın kapısına dayanır.

21 Aralık 1970 günü gerçekleşen bu gerçek hikaye biraz mizahi biraz tiyatral biraz da eğlenceli bir şekilde ekrana yansıtılıyor. 

Nixon rolünde izlediğimiz - her zamanki gibi muhteşem - Kevin Spacey kendisine yeteri kadar zaman verilmemesine karşın bu gerçek başkanı alıp kendi istediği karaktere dönüştürüyor. 
Ama tabii filmde parlayan ve son yıllarda yükselişe geçen ''Kral'' rolünde olan Michael Shannon. İçinde olduğu projeleri özenle seçen ve ekrana çıktığı sizi kendine çeken - özellikle Elvis rolünde - uzun yıllar boyunca izlenecek ve ödüller alacak bir oyuncu. 


Filmin 80 dakika olup bir çırpıda geçtiğini de düşünsek bile filmde inanılmayacak tek şey bu olayların gerçekten yaşanması. Senaryo o görüşme yapılırken odada olan şahitlerle birlikte yazılıp her ince detay soruşturulmuştur. Ve film bazen ne kadar ''burada abarttı böyle bir şey yaşanamaz'' dedirtse de filmde gördüğümüz şeylerin %95'e kadar gerçek olması hem şaşırtıcı ve bir o kadar da etkileyici. 


Kendi halinde izlettirmeyi bilen ve gayet ne olduğunu da bilen bir film. Sinema salonlarında veya büyük ekranlarda değil de bir haftasonu öğlen sıkıldığınız ''boş vakitte izlenecek'' bir film.


Sonraki yazı : Devam Filmleri

Bugünlük bu kadar.

16 Ağustos 2016 Salı

Really...Really...Bad

Neredesin DC?!

Bugünün filmi :



Superman ülkeyi koruyamıyor iken dünyanın koruyucu süper kahramanlara ihtiyacı vardır. Fakat yardımlarına kötü adamlar yetişir.

Ah, nerden başlasam be Suicide Squad?
Yine potansiyeli olan bir film... Yine içinde beğendiğim yerlerin olduğu fakat nefret ettiğim ve harcanan potansiyelin olduğu sahnelerin de olduğu bir film... Yine stüdyo tarafından katledilen bir film daha...

Beğendiklerim

+ Karakterler, ne kadar stüdyo filmi her şekilde kesip biçmeye çalışsa da, kendi aralarnda sıyrılabiliyorlar. Ve bunu maalesef ne senaryo ne replikler ne de yönetiliş sağlıyor. Karakterleri beğenmemizi sadece ve sadece oyunculuklar sağlıyor. Harley Quinn karakterini oynamak için doğmuş Margot Robbie, karakterinin arkaplanı yerli yersiz flashback sahneleriyle anlatılsa da, kendi halindeki abartılmış karakteri haddinden fazla iyi oynuyor.

Her filmde kendini ön plana çıkaran, ''beni ve oyunculuk yapamayan çocuğumu izleyin'' diyen Will Smith tam kendisinden istenileni yapıyor. Bu grup arasında kontrolü ele almaya çalışıp herkesi ezmiyor. Deadshot karakterini gelecekte de heyecanlı bir şekilde izlememiz için bırakıyor.


''Kötü kahramanlar'' grubunda olmayan bütün işi yukarıdan seyreden fakat yeri geldiğinde sahneye çıkıp ipleri eline alan Amanda Waller, her zaman izlemekten keyif aldığımız Viola Davis tarafından ekranlara yansıyor. Gerçekten ''ekranlara yansıyor''çünkü böyle bir insanın var olabileceğine inanıyorsunuz.

Ve olduğu her sahneyi çalan El Diablo, belki de en çok geçmişini bildiğimiz karakter, geçmişte yaşadığı trajediyi gösteriş haline getirmeden alt seviyelerde gösteriyor. Jay Hernandez, rol için daha uygun olamazdı.

Gönül ister ki beğendiğim şeyler sadece 4 karakter ile kalmasın ama olmuyor maalesef.

Beğenmediklerim(uzun bir liste olacak)

- Filmin en çok nefret ettiğim özelliği, tartışmasız, montajı. 12 yaşında bir emo çocuğun yaptığı ''editing'' haline getirilmiş, havalı olduğunu sanan, kendini beğenmiş bit düzenleme yapılmış. Özellikle ilk 5-10 dakika, bir sevilen şarkıdan diğerine, ne hikayenin üstünde bir anlamı var ne de yeri. Karakterlere verilmeye çalışılan geçmiş hikayeleri, çok belli bir şekilde stüdyo tarafından kesilen ve saçma bir şekilde kısaltılan, nereye konulacağı bilinmediği için öyle ekrana atılan sahnelere dönüşüyor. 

- Şarkılar demişken; yanlış anlaşılmasın. Filmin soundtrack'inde yer alan şarkılar benim favori şarkılarımı içeriyor. Seçilen şarkılar kötü değil, YANLIŞ. Ekranda gösterilen şey ile uyumlu değil ve böyle olduğundan  sizi ekrandaki şeye çekmiyor hatta uzaklaştırıp sadece şarkıyı dinlemenizi istiyor. 

Ve film sadece bir sahnede nefes alıyor.(bar sahnesi) Bir şarkı bitiyor, diğeri başlıyor. Bunu yakın zamanda çıkan haberlerle ilişkilendirebiliriz. Stüdyonun içinden sızdırılan haberlere göre, Warner Bros. yönetmene güveniyor ve ondan istediği filmi çıkartmasını istiyor. Yazar ve yönetmen David Ayer filmi çıkartıyor ve ''test gösterimleri'' denilen ortamda gösteriliyor. Filmin bu versiyonunu izleyen seyirciler filmin daha çok 'komedik' bir tona ve daha çok 'karanlık' tona ihtiyacı olduğunu söylüyor. Bu zıtlıktan dolayı Warner Bros. yapımcıları filmi tekrar düzenlemeleri için, fragmanların montajını yapan insanlara veriyor. O yüzden filmin yaklaşık %60'ı fragman gibi geliyor. 

- Sıkıntı da bu. Film kimin için olduğunu bilmiyor. Bir tarafta Harley Quinn ve El Diablo'nun karanlık geçmiş hikayeleri var iken diğer taraftan Rolling Stones ve Eminem şarkıları olan bir film. Sanki üç farklı puzzle parçalarından tek bir bulmaca yapılmaya çalışılmış gibi.

(Fragmanlarda kullanılan fakat filmde olmayan bir sahne.)
- Eğer fragmanları izlediyseniz ya da posterleri gördüyseniz filmde Jared Leto'nun Joker karakterinin büyük ve detaylı bir rol oynayacağını düşünebilirsiniz. AMA oynamıyor. Fragmanlarda ne kadar gördüyseniz o kadar... HATTA fragmanlarda görüp beğendiğimiz replikleri ve sahneleri yok bile. O yüzden Leto'nun versiyonunu beğendim mi beğenmedim mi onu bile anlayamıyorum. Harley Quinn ile olan sahneleri güzel evet, bu sahneler uzatılsa belki beğenebilirdim. Ama bu Scarface ve Marilyn Manson karışımı Joker...bence çok daha farklı ve eğlenceli bir Joker kullanılabilirdi. 


Ya da Joker'i bu kadar az mı kullanacaksın? Hiç kullanma. Ben Affleck'in solo Batman filmine sakla orada doya doya kurtarırsın.

- Kötü karakter. Bu takımı bu kadar zayıf, motivasyonsuz ve kötü özel efektle donatılan bir göreve göndermek gerçekten içler acısı. Bu takımı her görevde izleriz, gelecek filmlerde de. Ama yüzsüz, isimsiz askerlerden sonra oryantal hareketleriyle takımı korkutmaya çalışan bir 'cadı'dan daha iyi bir kötü karakter bulunabilirdi. Ve Enchantress'i gördüğümüz ilk sahnede gerçekten ürkütücü gözüküyor. Özellikle normal halinden dönüşümü. Ama sonu bu kadar tahmin edilebilir bir kötü karakter ve görev olmamalıydı.


Sonuç olarak : DC umarım gelecek filmlerinde formunu yakalar ve hep beklediğimiz o güzel filmleri bize izletir. Filmi izlemenizi tavsiye etmiyorum ama sadece karakterler için 'Meh' skoru verilebilir. Meh ve İzleme arası karışık bir skor veriyorum.


Sonraki yazı : The Invitation
Bir sonraki yazı :Elvis & Nixon

Bugünlük bu kadar. 

5 Ağustos 2016 Cuma

Kaptan vs Milyarder

Kahramanların Savaşı


Bugünün filmi : Captain America : Civil War


Nijerya, Lagos'ta başarısızlıkla sonuçlanan ve masum insanların hayatlarını kaybettiği bir görevden sonra hükümet süper kahramanları kontrol altında tutmak istemektedir. Fakat Captain America süper kahramanların işe yaradığını ve böyle devam ederek dünyayı savunmaya devam edeceklerini söyler. Tony Stark bu görüşü desteklemez ve iki taraf da yanına süper kahraman arkadaşını alarak ideolojilerini savunmak için savaşır.

Marvel'ın en başından beri planı olan Civil War mayıs ayında sonunda vizyonlara ulaştı.Ve uzun zamandır izlediğimiz Marvel filmleri gibi; hayal kırıklığına uğratmadı.

Ne kadar Avengers filmlerinde görmeye alıştığımız isimler ve bu takıma katılan yeni isimler olsa da özünde yine bir Captain America filmi. Hiçbir karakter zorlanmış hissedilmiyor. Marvel evreninde ilk kez gördüğümüz Black Panther ve Spider-Man karakterleri de çok iyi bir şekilde seçilmiş ve ekrana hem aksiyon açısından hem de karakterlerin kişisel özellikleri açısından çok iyi yansıtılmış. Takıma yeni katılan isimler Chadwick Boseman ve Tom Holland süper kahraman kişiliklerine bürünerek gelecek filmlerde onları izlemek için beni merakla bekletiyor. 





Ve artık alıştığımız Robert Downey Jr., Tony Stark karakterine her zamandan farklı bir performans veriyor. Filmde yaşadığı şeyler gerçekten yüzüne yansıyor ve onunla kendinizi özdeşleştirip aynı duyguları hissediyorsunuz.




Tabii ki bir aksiyon filmi ve tabii ki bir önceki Captain America filminden de alıştığımız üzere Russo Kardeşler müthiş bir şekilde aksiyon sahnelerini heyecanlı hale getirip bizlere izlettiriyor. Özellikle havaalanı sahnesi şu ana kadar izlediğimiz en iyi süper kahraman aksiyon sahnelerinden biri olabilir. 



Her karakterin o aksiyon sahnesi dışında filmin içinde de kendi parlama anları ve karakterlerin görmek istediğimiz yanları oluyor. İntikam peşinde olan Black Panther, insanlara yardım etmek isteyen Spider-Man, istediği şeyi alana kadar durmayan Iron-Man ve arkadaşlarını korumaya çalışan Captain America ve daha fazlası... AMA bu filmin Age of Ultron'dan daha iyi yaptığı bir şey var. O da işte bu. Ne kadar fazla karakter olursa olsun hepsini kafanızda teker teker ayırıp karakteristik özelliklerini bulabiliyorsunuz. Avengers: Age of Ultron aksine karakterlere ayrılan dakikalar zorlanmış gözükmüyor çünkü hikayenin gidişatına ve akışına uyuyor. Yani bu filmde her şey bir amaç içerisinde. Ya gelecek filmlere yarar sağlayan bilgiler ya da hikayenin akışını sağlayan sahneler. Gereksiz diyebileceğimiz bir şey yok.

Beğenmediğim noktalara gelirsek : Maalesef Marvel güçsüz, gerçekçi olmayan ve akılda kalmayan-hemen unutulan kötü adamları yazmaya devam ediyor. Loki dışında hangi kötü karakter hakkında ''bu karakterin gerçekten bir amacı vardı unutmayacağım bir kötü karakter'' diyebildik? 
Ve filmin sonu biraz kaçamak oldu. Evet, devam filmlerinde herkesi bir araya getirip kötülük karşısında savaşmasını istiyorsunuz ama bu hikaye noktasını bu filmin sonuna sıkıştırmanıza gerek yoktu. O kadar kavga, savaş ve çatışmadan sonra ''boşver, hadi gel barışalım'' finalini beğendiğimi söyleyemem. 


Sonuç olarak : Yine de beğenmediğim noktalar bu kadar yani. Sadece kısa bir paragraf. Eğer süper kahraman filmlerini takip ediyorsanız(sadece Marvel değil) ve kaliteli bir aksiyon, karakterler üzerine kurulu ve eğlenceli bir film izlemek istiyorsanız tavsiye ederim.


Sonraki yazı : Suicide Squad 
Bir sonraki yazı : The Invitation

Bugünlük bu kadar.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Çocuk Kızla Tanışır, Grup Kurar

Klişe Ama Orijinal

Bugünün filmi : Sing Street


80'lerin İrlanda'sında yaşayan bir lise öğrencisi, tanıştığı bir kızı etkilemek için bir grup kurar. Fakat grup elemanlarına, enstrümanlara, ailesinin baskısından kurtulmasına ve ona yol göstericek bir öncü bulması gerekecektir.

Sing Street'i kimse duymadı. Dünya genelinde de sadece festivallerde ve bazı ülkelerde sınırlı sayıda salonlarda gösterildi.(Türkiye'de vizyona girmedi.) Küçük kendi halinde düşük bütçeli bir film olduğu için gözlerden kaçabilir ama kaçırmamınızı tavsiye ederim.
Çünkü film gerçekten çok güzel. Baş karakterimiz Connor, ilginç ve havalı. Kafasına bir şey koyduysa onu yapmadan durmuyor. Sadece bir insanla filmi yürütemezsiniz bu yüzden yan karakterler de muhteşem. Hoşlandığı kız, grubundaki genç müzisyenler, ailesi(özellikle abisi)... Bu karakterlerin arasındaki iletişimi izlemek ve nereye gideceğini görmek istiyorsunuz.

Hikaye

Hikaye hiç görmediğiniz bir şey değil. Basit ve klişe. Ama hikayenin klişe olması filmin bazı noktalarında çok orijinal olmayacağı anlamına gelmiyor. Böyle mutlu ve neşeli çoğu filmde göremeyeceğiniz hüzünlü sahneler, gerçekten duygulandığınız sahneler ve rüya sekansları da var. 
Hikaye noktalarını yani hikayenin sonuna doğru nerelere gideceğini, karakterlerin ne yapacağını tahmin edebiliyorsunuz ama bu filmden aldığınız zevki hiçbir şekilde azaltmıyor.


Oyuncular

Başrol olmak üzere daha önce adını duymadığımız genç isimler var. AMA bu filmden sonra adlarını çok duyacağız gibi hissediyorum. Aktörleri tanımadığınız için karakterlere çok güzel bir şekilde bürünebiliyorlar. Liselilerin Ocean's Eleven'ı gibi.

Şarkılar

Müzikal denemez ama filmde hem orijinal hem de klasik çok şarkı var. 80'lerden bildiğimiz tanıdığımız klasik şarkılar filme çok uygun bir şekilde yerleştirilmiş. Şarkıyı ezbere de bilseniz, sizi filmden koparmıyor hatta daha da odaklanmanızı ve bu filmin 1980'ler dünyasında olduğunu sağlıyor.
Film için yazılan şarkılar ise birbirinden eğlenceli. Bazen slow bazen hareketli şarkılarla bütünlük ve filmin akışı düzgün, kaliteli ve tecrübeli bir şekilde kurulmuş.


1980'ler

Bir önceki paragrafta dediğim gibi şarkılar bu döneme sizi götürüyor, evet, ancak; kostümlerden, küçük eşyalara, saç stilinden, kullanılan enstrümanlara kadar neredeyse kusursuz bir şekilde bizi o zamanlara götürüyor. Tabii ki burada övgü yazar ve yönetmen John Carney'e gidiyor. 
Kendimizi bu kadar özdeşleştirdiğimiz ve başarmalarını istediğimiz karakterlerle hem kendileri arasında hem de izleyen arasında bir bağ yaratıyor. Her karakterin davranışından çekilen kliplere kadar 80'ler havasını size yansıtıyor.


Sonuç olarak : Bu sene izlediğim en neşeli ve umut veren film. Ailece izlenebilir ve herkese tavsiye edilebilen bir ''dönem filmi''.

                           

Sonraki yazı : Bu sene çıkan tek Marvel filmi.

Bugünlük bu kadar.

31 Temmuz 2016 Pazar

2OOLANDER

Geri Döndü!


- - - - - - - - İLK FİLMDEN SPOILER OLACAKTIR - - - - - - -


Bugünün filmi : Zoolander 2

Derek Zoolander modelliği bırakmış ve oğlunun velayetini alamadığı için uzaklara yerleşmiştir. Aldığı davet üzerine bir moda etkinliğine katılır ve eski ortağı Hansel ile yeniden bir araya gelir. Tam o esnada Interpol ünlü pop yıldızlarının öldürüldüğü bir soruşturma içerisindedir ve Zoolander'ın yardımına ihtiyaçları olacaktır.

Ben Stiller Zoolander'ın komedi dünyasına yaklaşık 15 yıllık bir aradan sonra hem yazar hem yıldız hem de yönetmen olarak geri dönüyor. Ve bize ''keşke dönmeseymiş'' dedirtiyor. 


İlk Film Hakkında


İlk filmde bizi güldüren ne kadar absürd olsa da beklenmedik şakalardı. Daha önce bu kadar salak bir karakter görmemiştik hem de model. Orijinaldi, tutkuyla yapıldığı belliydi. 2000'lerin başına yakışmıştı. Müzikleri, ara sıra ekrana gelen ünlüler ve bu kadar salak olabileceğine inanamayacağınız bir karakter. Ama inandık, beğendik. Zoolander karakteri ne kadar gerçekçi olmasa da onunla özdeştirdik kendimizi. Ailesi istediği şeyi onaylamıyor ama o yine de onları da mutlu etmek istiyor. Yaptığı işte en iyisi olmak istiyordu. İlk filmin güzelliği de buradaydı işte. Sizin yüzünüze ne kadar saçma şakalar vurduysa bir o kadar da karakterlerini geliştirdi ve Derek'i önemsememizi sağladı. 

Ama Zoolander 2 ; hep en beklenilen şakaya gitti. Karakterleri tanıyoruz böylece onları geliştirmen üstüne bizi daha da duygu hissettirmen onları önemsetmen daha kolay olacaktır. AMA Zoolander 2 filminin kendisi bile karakterlerini önemsemiyor, biz nasıl önemseyelim?!

Şu anki modern dünyadan mıdır, Derek Zoolander karakteri bu çağa yakışmamış gibi. Kullanılan şarkılardan, özel efektlerden, popüler kültür göndermenlerinden bu yıllarda ilginç gelmiyor. 


Potansiyel vardı. Ben Stiller ve Owen Wilson ikilisinde her zaman bir komedi potansiyeli vardır. Oyunculuklar iyi orada bir sıkıntı yok herkes komedi dalında en üste çıkmış insanlar zaten. Sıkıntı senaryoda, karakterlerin gelişimlerinde. Eğer bizim Zoolander ile oğlu arasında geçen bir sahneyi umursamamızı istiyorsan, ikisinin de karakterini filmin başından oturtacaksın. 

İlk filmde Derek karakteri ne kadar ezik olursa olsun, çabaladı. Ve sonunda istediğini başardı, elde etti. Bizde onunla birlikte o ezikliği hissettik ve sonunda onunla birlikte mutlu olduk. Ama bu filmde hep ezikti ve hiç uğraşmadı. Bu sefer sonunda istediğini kolay bir şekilde elde etti ama ortada bir kargaşa yoktu. Bize hiç ''gerçekten başarabilecek mi acaba?'' dedirtmedi. Hangi işten kurtulduysa da başkalarının yardımıyla kurtuldu, hiç kendi çabasıyla bir şey başarmadı.


Sonuç olarak : İzlemeyin. İlk filmi seviyorsanız bırakın öyle kalsın. Zoolander'ı bu filmden önce hep, o klasik şarkılarla, günden güne kullandığım repliklerle ve kahkahalarla gülmemle hatırlardım. Ama maalesef bu filmden sonra hatırlamak istiyor muyum bilmiyorum.

 
Sonraki yazı : Bu senenin en optimistik, umut veren, neşe saçan filmi.

Bugünlük bu kadar.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Adaletin Şafağında

Bırak Savaşsınlar...


Bugünün filmi : Batman V. Superman : Dawn of Justice


Metropolis enkaza dönmüştür. Superman tartışılan bir figür haline gelmiş ve halkın büyük bir kesimi tarafından kontrol altında tutulmak istenmektedir. Bruce Wayne de bu insanlardan biridir ve Superman'i durdurmak için Batman kostümüne bürünüp elinden gelen her şeyi yapacaktır.

Konuyu okuyunca çok heyecanlanıyorsunuz değil mi? Hepimiz Batman ile Superman'in dövüşünü görmek istiyoruz. Ben kendim hakkında konuşursam; çocukluğumdan beri beyazperdede görmek istediğim şeydi. En sevdiğim 2 süper kahraman birbirine karşı. Muhteşem olacak değil mi? Yani...böyle bir filmin sıkıcı olma ihtimali yok. Gereksiz sahneler olamaz değil mi? Ya da yaklaşık 6 filmi sadece bir filme sıkıştırmaya çalışmazlar değil mi? 

Öyle maalesef. Batman V. Superman : Dawn of Justice (neden adını bu kadar uzun koymanız gerekiyordu?) karışık, kalabalık, nerede hangi film olduğunu bilmeyen bir film. Ve beni hayal kırıklığına uğrattı. Negatif ve pozitif noktalarla teker teker gidelim :

- Superman sıkıcı bir karakter değil. Amerika'nın gururu olan ve herkesin olmak istediği kahraman. Bütün film boyunca somurtmasına, depresyona girmesine ve cidden bir kere bile sırıtmamasına gerek yok. 


+ İlk açıklandığında 'Hayır, nasıl olur? İnanmıyorum karakteri batıracaklar.' dediğim Batman seçimi... Ben Affleck filmin en iyi yanı. Bu kadar basit. Sözlerimi ağzıma tıkdığı için gerçekten mutluyum çünkü muhteşem bir Batman olmuş. Biraz yaşlı, biraz yorgun ama hala dedektif, hala çapkın bir milyoner. Karakter daha iyi yapılamazdı. Filmde olduğu her sahneyi çalıyor o yüzden film Superman filmi değil, Batman filmine doğru kayıyor.

- Batman filmi demişken: Aslında bu sadece bir film değil. Yaklaşık 6 hikayenin karmaşık bir birleşimi. 
Man of Steel 2,
Batman filmi,
Justice League'in yolunu hazırlama filmi,
Lex Luthor filmi,
Doomsday filmi,
Superman'in Sonu filmi
 
O kadar çok potansiyeli vardı ki... Biraz daha zamana bıraksalar, Marvel'a yetişmeleri lazım biliyorum ama acele ederseniz işte hikayeden kısıyorsunuz. 

+ Aksiyon sahneleri her Zack Snyder filminde olduğu gibi güzel. Özellikle Batman aksiyon sahnesi şu ana kadar beyazperdede izlediğimiz en iyi Batman aksiyonu.


- Zack Snyder demişken; lütfen stile bu kadar ağırlık verme. Hikaye daha önemli. Tamam Batman ve Superman savaşıyor, güzel görseller var, aksiyon var tamam. AMA aralarında bir kargaşa yok. Savaşmak için aralarındaki motivasyon mantıksız. Bir de üstüne savaşmayı bırakma nedenleri daha da mantıksız. 
Her şeyin karanlık, renksiz ve depresif olmasına gerek yok. Daha eğlenceli bir film yapabilirdin ama bu yolu tercih ettin. (En azından Justice League böyle olmayacak. FRAGMANI İZLEMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.)

- Ve filmde gerçekten nefret ettiğim noktaya geldik... Lex Luthor. Karakteri çok severim. Batman çizgi dizilerinden olsun, eski Superman filmlerinden olsun, Smallvile dizisinden olsun. Karakteri oynayan aktörü de severim. Jesse Eisenberg. Özellikle Social Network filmiyle ağzımı açık bırakmıştı. Bu karaktere özelliklerini kendisi mi verdi yoksa yönetmen mi böyle oynamasını söyledi bilemeyiz ama... bu Lex Luthor değil. Luthor göz korkutucu olmalı. Dahi ama bir o kadar da kurnaz olduğunu görebilmelisiniz. Superman'e karşı gelebilecek onun önünde durup yüzüne bakıp onunla oynayabileceğini inanmalısınız. Her 10 saniyede bir spazm geçiren, palyaçoya dönüşen, bunları sadece babasıyla sıkıntıları olduğu için yapan bir velet değil. Koskoca Lex olması lazım. Neden bu yönde gittiler bu karakterde hala anlamış değilim. İşte önceden de dediğim gibi: O kadar çok potansiyel vardı ki.













Kısacası : Film beni hayal kırıklığına uğrattı. Evet, beğendiğim noktalar var: Affleck olsun, Wonder Woman olsun, aksiyon sahneleri olsun ama beğenmediğim yerleri daha ağır basıyor. İzleyip kendi kararınızı verin... ya da izlemeyin. Benden 'meh' notu alıyor.


Sonraki yazı : Bir mankenin maceralarını anlatan komedi serisinin 2. filmi.

Bugünlük bu kadar.