18 Ocak 2020 Cumartesi

Son On Yılın En İyi Belgeselleri (2010 - 2019)

Garip bir liste, evet, görebiliyorum. Neden böyle bir liste yaptığımı açıklayayım önce:

Ben de sinemayla ilgili her insan gibi 'son on yılın enleri' listesi yapıyordum. Herhangi bir site ya da blog için değil, tamamen kendi görüşlerimi ve on yıl içinde çıkan favori filmlerimi daha net görebilmek için yapmaya başladım. Ve daha sonrasında fark ettim ki listenin büyük bir çoğunluğu belgesellerden oluşuyor. Bunun sebebi ise benim vizyon filmlerinden daha çok belgesel izlememden kaynaklanıyor. Kısa bir giriş açıklamasından sonra ikinci açıklamama geçmek istiyorum:

Bu tamamen benim favori listem. Sadece filmler bile yok, çok beğendiğim ve yeterli ilgiyi görmediğini düşündüğüm mini dizi belgeseller de var.
Bir sıralama olarak da koymuyorum ancak listenin sonunda en sevdiğim belgeseli de açıklıyorum.

Açıklamaları geçebildiysek filmlere başlayalım:

- Free Solo: Evet, olmazsa olmazdır. Gerçekten bir reklam kampanyasına sahip, nadir görülen belgesellerden biri olan Free Solo, kaya tırmanışçısı ve garip bir kişilik olan Alex Hannold'un Kaliforniya'daki El Capitan dağına hiçbir tırmanış malzemesi olmadan tırmanışını anlatıyor. Kusurlu bir adam hakkında çekilen bir karakter çalışması olmasıyla birlikte ayrıca aynı adamın hayatını tehlikeye atarak tarihte bir ilki başarma çabası da olmuştur. Ne kadar dram olarak görsek de aynı zamanda bir gerilim filmi olarak da görülebilir. Özellikle Alex dağdayken yükseklik korkusu olan, olmayan herkes koltuklarında doğrulup terlemeye başlayacaktır.

Image result for free solo

Three Identical Strangers: Hollywood filmini çekip 'Gerçek olaylara dayanmaktadır.' dese inanmayacağımız bir hikaye. İnanılmaz ve gerçek. İlk 20 dakikasında üçüz kardeşlerin birbirlerini tesadüf eseri keşfetmeleriyle başlayan film, daha sonrasında kardeşlerin tek tek hayatlarına odaklanıyor. Sonlara doğru ise kardeşlerden çok daha büyük bir hikayeyi keşfeden belgesel, bu kadar mutlu başlayan bir hikayeyi, hayatın acı gerçekleriyle bitirmek zorunda kalıyor.

Image result for three identical strangers

- Catfish: İsmini bir fiil olarak sözlüklere geçiren tarihi film. Aslında konusu ve fragmanına bakınca neredeyse sizi izlememeniz için zorlayan bir film gibi. Ama güvenin, çok garip bir yolculuk. Konusu ise basit: Bir adam internetten bir kadınla tanışır. Mesajlaşmaya başlarlar. Adam bunu kameraya alır. Adam aşıktır. Ancak daha sonra birbirlerinin gerçek kimliklerinden şüphe duymaya başlayacaklardır.
Komik, samimi, doğal, hızlı, korkutucu, duygusal, ilham ve acı verici.

Related image

- Samsara: Hani bazı görseller vardır, açıklayamazsınız. Açıklamak da istemezsiniz. Samsara budur. Baraka (1992) sonrası tekrardan karşımıza çıkan yönetmen Ron Fricke, beş sene boyunca 25 farklı ülkede çektiği diyalogsuz görsel bir şölen ve ruhani bir terapi ortaya koyuyor.

Related image

- The Armstrong Lie: Bu listede birkaç kez bahsedeceğim, belgesel türünün en iyilerinden Alex Gibney'nin belki de çektiği en kişisel filmi. Yedi kere Tour de France etabını kazanan atlet Lance Armstrong, 2009'da kanseri yenerek ve doping dedikodularını geride bırakarak bisiklete geri döner. Gibney'den bu geri dönüşünü bir belgesel yapmasını ister fakat Armstrong, Oprah ile yaptığı bir röportajla hem Gibney'le kurduğu kişisel ilişkiyi bozacak hem de tüm dünyayı şok edecektir.
Filmin gerçekten samimi ve 'Armstrong yandaşı' bir bakış açısıyla başlıyor ancak daha sonrasında yönetmen Armstrong tarafından kandırıldığı için daha agresif bir yaklaşıma geçiyor. Bir atletin bütün dünyanın gözü önünde çöküşünü, onun yanında yıllarını harcayıp onu iyi şekilde göstermeye çalışan bir sinemacının bakış açısından izliyoruz.

Related image

- Tim's Vermeer: Belki de listedeki en 'rahat' ve 'iyi huylu' film. Teknoloji dünyasındaki buluşlarıyla zenginleşmiş Tim'in resme olan ilgisini ve tutkusunu Johannes Vermeer'in bir tablosunu, Vermeer'in kullandığı teknikleri kullanarak tamamen yeniden yaratmasını anlatıyor. Tatlı, entelektüel ve listedeki bazı karanlık ve kafanızı bozacak filmlerin aksine arkanıza yaslanıp kahvenizi yudumlayarak izleyebileceğiniz bir film.

Image result for tims vermeer

- Jodorowsky's Dune: Çekilememiş en büyük filmin hikayesi. Şilili eksantrik yönetmen Alejandro Jodorowsky'nin Frank Herbert'ın klasik bilim-kurgu romanı Dune'u sinema perdesine uyarlamaya çalışmasını anlatmaktadır. Jodorowsky'nin kendisi tarafından anlatılan gerçekleştirilememiş film renkli kıyafetler, H.R. Giger tarafından tasarlanan gemiler, Pink Floyd tarafından yapılacak film müzikleri ve oyuncu kadrosunda Salvador Dali, Mick Jagger ve Orson Welles gibi isimleri tam 14 saatlik bir filmde buluşturuyor. Biliyorum, inanması güç ama '70'ler böyleymiş.

Image result for jodorowsky's dune


- Tickled: Gazeteci David Ferrier, internette gezinirken YouTube'un derinliklerinde bir 'gıdıklama yarışması' videosuna denk gelir. Ve peşini bırakmama kararı alır. Videodaki insanları, bu yarışmanın arkasındaki isimleri, bu yarışmanın sebebini ve yarışmanın arkasında dönen karanlık olayları araştıracaktır. Komik, garip ve bir o kadar da ürkütücü yerlere varan film beklenilmeyen yerlere gidecektir.

Image result for tickled


- Life Itself: Çoğu tarafından en güvenilir ve işinde en iyi sinema eleştirmeni Roger Ebert'ın hastalığa kapılarak hayatının son aylarını anlatarak aynı zamanda çocukluğundan başlayarak sinema tutkusunun hikayesini de Ebert'ın aile yakınları ve sinema tarihinde dokunduğu ünlülerle yapılan röportajlar aracılığıyla anlatmıştır. Üzücüdür ama aynı zamanda hayata karşı da nasıl güçlü durulması gerektiğini de gösterir.

Related image

- Going Clear: Scientology & The Prison of Disblief: Tekrardan bir Alex Gibney bir filmi karşımızda. Tom Cruise ve John Travolta gibi ünlülerin hayatını adadıkları 'din' olan Scientology'nin aslında kişisel gelişimi sağlayan bir inanç akımı kisvesi altında bir tarikat olduğunu gösteriyor. Eski üyeleriyle röportajlarla bunu gösteren film, önce size bu inancı açıklayıp daha sonrasında size ne kadar çıkarcı, hoşgörüsüz olduğunu ve ellerinin nerelere kadar uzandığını gözler önüne seriyor. Kaçırılmaması gerek.

Image result for going clear

- Weiner: Yanlışlıkla 'sexting' yapacağı fotoğrafı Twitter'da paylaşan Anthony Weiner adında tutkulu bir siyasetçinin, medyayı kasıp kavuran bu olayından sonra yapmaya çalıştığı geri dönüşü anlatan film, aslında bir saatli bombayı da seyircilere sunuyor. Evli ve çocuklu olan Weiner, eski itibarını geri kazanmaya çalışırken kameraya ya da belgeseli yapan filmcilere konuştuğu her anda ona inanmamızı isteyen gözlerle bakıyor. Ama işte... inanamıyoruz. Bu düşüncemizde de haklı olduğumuzu kanıtlıyor film.

Image result for weiner 2016

- Tell Me Who I Am: Sadece bu listede değil, izlediğim en garip belgesellerden. En azından hikayesi ve konsepti olarak: 18 yaşında geçirdiği bir motor kazası sonrası hafızasını kaybeden bir gencin, ikiz kardeşiyle beraber geçmişini aydınlatma çabasını izliyoruz. Ancak yıllar ilerledikçe ikiz kardeşinin ona anlattığı her şeyin doğru olmadığını anlayan adam, kardeşi, ailesi ve hatta kendiyle ilgili gerçekleri de öğrenecektir.
İzlemesi zor ve olabildiğince duygusal film, sonlarına doğru garip tercihler yapıyor olsa da bütün hikayeyi bize nefessiz bir şekilde izletiyor.

Image result for Tell Me Who I Am

- Abducted in Plain Sight: Yani... ne denilebilir? Yine filmi olsa inanmayacağımız bir hikaye. Gittikçe garipleşen ve gerçekten neredeyse her 10 dakikada bir ters köşe (plot twist) yaratan ve her 5 dakikada bir 'yok artık OHA' dediğimiz sinir bozucu insan hatalarından ekrana elimizi sokarak insanları tokatlamak istediğimiz bir film. Komşusunun küçük kızına sarkan yetişkin bir adamı ve küçük kızın habersiz ailesinin hikayesi, kaliteli bir belgesel olmasına rağmen maalesef insanların seneler önce yaptıkları yüzünden sinirinizi bozan bir hikaye.

Image result for Abducted in Plain Sight

- The Internet's Own Boy: The Story of Aaron Swartz: Reddit'in kurucularından ve internet bağlantısı olan herkese ücretsiz kaynaklar sağlamaya çalışan genç 'hacktivist' Aaron Swartz'un kısa, acıklı ancak güçlü hikayesini izliyoruz. Aaron'ın da isteyeceği gibi filmi internette ücretsiz şekilde izleyebilirsiniz.

Image result for internet's own boy

- Voyeur: Tecrübeli ve itibarlı gazeteci Gay Talese, 1980'lerde bir mektup alıyor. Sadece insanları dikizlemek için küçük bir otel satın alan bir adam, bu ünlü gazeteciye hikayesini anlatmak istiyor. Hikayeyi tamamen anlatıp adının geçmesine izin vermesi ise neredeyse 30 yıl alıyor. Kendisinin de kabul ettiği deyimle 'sapık bir röntgenci'nin hikayesini izliyoruz. Ancak film sonlarına doğru gazeteci ve röntgenci arasında izlemesi keyifli bir çatışmaya dönüşüyor. Garip bir şekilde komik ve sizi bu hikayenin nereye varacağını bilmediğiniz şekilde şaşırtıcıdır.

Related image

- McQueen: İngiltere'nin küçük bir kasabasından gelerek Givenchy'nin baş tasarımcısı pozisyonuna kadar yükselen ve daha sonrasına kendi markasını kurarak moda dünyasında adını altın harflerle yazan Alexander McQueen'in hayat hikayesini izliyoruz. Arkadaşları, ailesi ve tanıdıklarının da röportajlarda dediği gibi 'şişman ve fakir bir adamdan, estetikli, zengin ve fit bir insana acı veren bir şekilde dönüşüyor'.

Image result for mcqueen documentary

- The Legend of Cocaine Island: Gerçek muhteşem karakterlerle, sanki yazılmışçasına oynanan röportajlarla, incelenmesi gereken kaliteli kurgusu ve zaman zaman ciddi ve duygusal olduğu kadar da komik olan bir hikaye... ve Karayipler'de 2 milyon dolar değerinde olan kokain dolu bir çantayı bulmaya çalışan adamlar. Evet, hikaye bu.

Image result for The Legend of Cocaine Island

- Don't Fuck with Cats: Hunting an Internet Killer: Sadece evlerinde bilgisayarlarının başında olan insanların, ağza alınmayacak şeyler yaparak bunları video çekip internete yükleyen ve suratı gözükmeyen bir adamı bulma çabasını izliyoruz. Sadece üç bölümden oluşan bu mini dizi, sadece bir oturuşta değil; bir nefeste izleyeceğiniz bir izleme tecrübesi olacak. Plot twist üstüne plot twist olan ve gerçekten nereye varacağını, nerede sonlanacağını kestiremeyeceğiniz bir hikaye, izlerken heyecandan ve stresten tırnaklarınızı değil; komple elinizi ve kolunuzu yiyebileceğiniz bir belgesel.

Image result for Don't F** with Cats imdb

- Shirkers: Belgeselin hikayesinin öneminden ise rahatlatıcı tonu ve sempatik ve içimizi ısıtan insanlarla çıktığımız yolculuk çok daha önemli oluyor bu filmde. Singapur'da genç kızken çekilen bir filmin arayışına düşen bir kadın, yıllar sonra aynı insanlarla aynı yerlerde ve aynı maceralarda buluyor kendini. Kendini dinleten zamansız, muhteşem bir soundtrack ile nereye varacağını merak ettiğiniz 1.5 saat geçirmek isterseniz Shirkers sizlerle.

Image result for Shirkers

- Exit Through the Gift Shop: Banksy kim bilmiyorsanız, izleyin; Banksy kim biliyorsanız izleyin. Graffiti seviyorsanız izleyin; sevmiyorsanız da izleyin. Dünyada sükse yaratan bir sokak sanatçısının her saniyesini videoya çeken bir adamın zihinsel çöküşünü görmek istiyorsanız izleyin. Bu adamın kendisinin de bir sanatçı olarak milyoner olma çabasını görmek istiyorsanız izleyin. Belki de izleyeceğiniz en komik belgeseli tecrübe etmek istiyorsanız izleyin. Keşke ben de ilk kez izleyebilsem...

Image result for Exit Through the Gift Shop

- The Jinx: The Life and Deaths of Robert Durst: Mükemmel bir film yoktur... mükemmel bir belgesel de. Ancak mükemmele en yakın varsa, The Jinx'tir. Muhteşem sıkı ve gereksiz hiçbir şeye bir saniye bile harcamayan kurgusuyla tam 6 bölüm bizi ekrana kitleyen The Jinx, gerçek hayata olan etkisiyle bile bu listeye zaten girme hakkı kazanmıştı. Hem antipatik ve seri katil olmasından şüphe duyduğumuz bir adamın hayat hikayesini anlatırken hem de (yönetmen) kendisinin bu adamla olan ilişkisini de inceliyor. Capturing the Friedmans gibi yine takdir edilesi ve izlenilmesi gereken bir belgesel yapan Andrew Jarecki, yaptığı her şeyde başarıya ulaşıyor.

Image result for The Jinx: The Life and Deaths of Robert Durst


Favori belgeselimi söylemeden önce beğendiğim ancak yazmaya gerek duymadığım, en sevdiğim değil ancak hikayesini beğenirseniz izlemenizi tavsiye ettiğim birkaç belgeseli de ekleyeyim:
Tabloid
The Unknown Known
Catching Hell
The Inventor: Out for Blood in Silicon Valley
Citizenfour
TPB AFK

Şimdi... gelelim, favorime:

Related image

- The Imposter: Beni bu kadar esir eden ve her sahnede, her röportajda düşündüren ve ilk izlememin üstünden yıllar geçse bile HALA düşündürmeye devam eden bir hikayeye rastlamadım. The Imposter, yaşanan olayları yeniden yaratma tekniği olsun, kusursuz bir kurgusu olsun, neredeyse herkesi bize hem masum hem de şüpheli olarak sunarak Kuleshov efektini mükemmelleştiren bir başyapıttır. Yıl sonunda 'bu sene izlediğim filmler' listeme baktığımda yaklaşık 5 senedir her sene en az bir kere izlediğimi görüyorum bu filmi. Ve de hak ediyor. İzlemediyseniz şiddetle izlemenizi öneririm. Son yılın 'en iyi' belgeseli olmayabilir ancak benim favorim.

Sonuç

Belgesel izlemek, kurgu film izlemeye benzemez. Daha farklı bir moda ve kafa yapısına girmeniz gerekir. Bence bu kafa yapısı kurgu bir filmi izlemeye başlarken odaklanmanızdan daha kolaydır. O yüzden bu kadar belgesel izleyebiliyor ve kafamın yanmasını engelleyebiliyorum.
İnsanların belgesellere bir ön yargısı oluyor çoğu zaman. Sanki her belgesel size bütün bilgileri boğazınıza döşüyor gibi, böyle bir şey yok.

İyi bir belgesel filmi, iyi bir filmdir... ve iyi bir filmi izlemeniz için hiçbir bahane söz konusu olamaz.



9 Temmuz 2019 Salı

Herkesin Şeyi



Zor ve uzun (ve uykusuz) bir gecenin ardından odayı paylaştığım iki arkadaşımdan birinin iki kişilik yatağında yatıyorum. Yanımda Cat Stevens’ın Wild World şarkısı çalarken kendimi David Foster Wallace sanıp deneme yazıyorum. Kötü olan şey ne biliyor musunuz? Kafalarımızda o yapmayı istediğimiz bir şey var ya, hani hiçbirimizin gerçekleştiremediği ama hayatta tek istediği şey olan şey. Beynimizin fonksiyonlarını durduran, bizi diğer hiçbir şeye odaklanmamamızı isteyen, hayalimiz olan ama bu hayali gerçekleştirene kadar hayatımızı işkence haline getiren şey. İşte o şeyden bende de var şu anda. Kafamda… kalbimde. Neremdeyse artık.

İnsanlarla konuşmakla ben o kafamdaki şeyi gerçekleştirmeye yaklaşabiliyorum. Ama bazen insanlarla konuşamıyorsunuz, bazen konuşmuyorsunuz, bazen de konuşuyorsunuz ama dinlemiyorlar. Belki de böyle buruk, kırık ve anlaşılmamış gitmek istemiyorum buralardan, bu dünyadan. Kafamdaki şeyi ne kadar düşünürsem aklıma bir o kadar Ahmed Arif geliyor. Leylim Leylim kitabında hayatının aşkına yazdığı mektuplar, aldığı garip karşılıklar. Hayatının aşkına dokunamıyor, sadece mektup yazıyor; aylarca, yıllarca, on yıllarca. Ahmed Arif bu kafasındaki şey için hayatını adıyor ve mesleği olan yazarlığıyla tutkusunu birleştiriyor. Hem yazıyor hem aşık oluyor, hem Leyla’sına yazıyor hem yazmaya aşık oluyor, hem Leyla’sına daha da bağlanıyor hem de kalemini güçlendiriyor. Mektup üstüne mektup, usanmadan yılmadan sadece o kafasındaki şey için uğraşıyor. Kimsesi yok yanında, yalanları bile ondan mahrum. Eğitimin insanı iyi bir insan yapmadığını da bilerek Ahmet Arif’in bu kadar iyi eğitilmiş, okumuş bir insan olarak kafasındaki şeyi nasıl bir saplantı haline getirdiğini düşünmeden edemiyorum. Hayatının aşkı olarak gördüğü Leyla Erbil’i rahatsız edecek şekilde bir dil de kullanmıyor, hatta Leyla Erbil neredeyse her mektubuna iyimserlik ve bir dost sevgisiyle karşılık da veriyor. Ama Arif devam ediyor. Şiirler, mektuplar, hayat adamaları, yazdıkları için hapse girmeler, hapishanede yazılan mektuplar… Mektupları okuyunca bir yazarın, bir adamın, bir insanın nasıl hayatta her anlamda söndüğünü görüyorum. Yirmi üç sene süren mektuplaşmalar sırasında 1950’lerin sonuna doğru hala Leyla’ya aşıkken yazdığı mektupların imzaları ‘Kulun-Kölen’ şeklinde bitiyor. Bazen ‘Sakın üzülme. Yalvarırım üzülme.’ şeklinde cümlelerle mektuplarını sonlandırırken 1977’de en son mektubunun sonlarına doğru eşinden ve çocuğundan bahsediyor. Bir adamın kafasındaki şeyden vazgeçmiş olduğunu sadece kelimelerinde görüyoruz.

Belki de saplantılı bir sapıktı, kadının peşini mektuplarla bırakmadı diyeceğiz.

Belki de masumane aşkını sonuna kadar devam ettirdi, ne kadar mektuplarla ve kâğıdın üzerine koyduğu kelimelerle olsa da diyeceğiz.

Belki de kafasındaki şey hiçbir zaman gerçekçi değildi diyeceğiz.

Ama ben şunu diyorum: Ahmed Arif bir konu hakkında çok haklıydı:

‘Amerika insanı çok değiştiriyor be Leyla.’



26 Haziran 2018 Salı

Star Wars Üzerine


Tarih: 17 Aralık 2017

Yer: Akasya Acıbadem IMAX Sineması

Film: Star Wars - Episode VIII: The Last Jedi

Sıra: E

Koltuk: 9

Bilet Ücreti: 36

İÇ. SİNEMA SALONU - AKŞAMÜSTÜ

İlk aksiyon sahnesi bitmiştir.
Bir önceki filmde yarım kalan Luke ve Rey’in buluşma sahnesi perdeye yansır. Kamera TAN’ın suratına doğru yaklaşır.


TAN’IN İÇ SESİ(V.O)
EVET! Üç yıl bunu bekledim, sonunda ışın kılıcını aldı.
Şimdi bir de felsefik bir söz söyler, Jedi Master sonuçta.


 TAN’IN İÇ SESİ(V.O)
Adam be adam!


TAN’IN İÇ SESİ(V.O)
NE?!?!?!?!?

TAN’IN İÇ SESİ’nin sahip olduğu heyecan ve mutluluğun yerini kafa karışıklığı ve bir tutam da hayal kırıklığı almıştır.
Bu duygu filmin sonuna hatta filmin sonrasında 6 ay kadar bununla alakalı 2.000 kelimelik bir yazı yazana kadar devam edecektir.

Evet, The Last Jedi’ı beğenmedim.

Bu yazıda size neleri niye beğenmediğimi ve beğendiğim şeyleri de neden beğendiğimden bahsedeceğim. (Daha çok beğenmediğim şeylerden bahsedeceğim.)

The Last Jedi’a girişmeden önce birkaç uyarı yapmam gerekecek, sonuçta konu Star Wars olunca çoğu ‘hayran’, Star Wars hakkında konuşurken fazla ‘tutkulu’ ve ‘hevesli’ hale gelebiliyor. Eskigeek_94’ten ölüm tehditleri saçan mesajlar almak istemiyorum.

UYARI: Bu film ve genel olarak Star Wars hakkındaki görüşlerin hepsi bana aittir. Yani bu demek oluyor ki bu yazı öznel fikirlerimi içerecek. Teknik konulara değinsem de beğendiğim veya beğenmediğim çoğu öğe, kişisel sebeplere ve tercihlere dayanıyor.

UYARI II: Ben de Star Wars seviyorum. Ben de filmleri, dizileri, kitapları, müzikleri, oyuncakları, posterleri ve tişörtleriyle büyüdüm. Hatta şu an bu yazıyı üstümde bir Star Wars tişörtü varken yazıyorum, ben de bu ‘galaksi’nin hayranıyım. Bu yazıyı The Last Jedi filmini ya da Star Wars kültürünü nedensiz bir şekilde komple yermek için yazmıyorum. Ben de sizden biriyim... valla.

Bir de, evet tahmin ettiğiniz üzere, bu yazı Star Wars: The Last Jedi’dan yığınlarca spoiler içerecek.

‘Mystery Box’ Tekniği

Luke ve Rey ne konuşacaklar?’

‘Kylo iyi tarafa dönecek mi?’

‘Snoke kim, nedir, necidir?’

‘Rey kimin çocuğu?’

Luke, Rey’den ışın kılıcını alınca ne yapacak, ne tepki verecek?’

TheForce Awakens’tan sonra hepimizin kafasında bu sorular vardı. Zaten o filmin yönetmeni J.J Abrams’ın artık imzası olan bir hikaye anlatım aracı bu: ‘Mystery Box’. Seyirciden bilmek istedikleri, merak ettikleri bilgileri, bilerek ve gelecekte anlatacaklarını -belki de anlatmayacaklarını- düşündürterek onlardan saklamak. 

(Bu TED Talk konuşmasında detaylıca bahsediyor.) 

Abrams bu soruları bize 2015’te sordurmaya başlıyor ve biz 2017’de Episode VIII çıkana kadar bu soruları kafamızda milyonlarca kez döndürüp cevaplar arıyoruz. Twitter’da dolanıyoruz, film sitelerine bakıyoruz, YouTube videoları izliyoruz, arkadaşlarımızla tartışıyoruz, geceleri uyumuyor ve bir cevap bulamayınca film serisini ve çocukluğunuzu batıracaklarını düşünüp bir oraya bir buraya dönerek uyumaya çalışıyor ama uyuyamayarak gözyaşı döküyoru--- yok, bu sadece benim galiba.

İki yıl bekledikten sonra The Last Jedi ile bu soruların cevaplarını alacağımızı ve daha önemlisi bizi tatmin eden cevaplar alacağımızı düşünüyoruz.

Peki... bu soruların cevaplarını alıyor muyuz?
Evet.

Peki, bu cevaplar bizi tatmin ediyor mu?
Hayır, beni etmiyor.

Bunun nedeninin filmler arasında gelecek filmlerin hikayeleri yazılırken senaristler arasındaki iletişim kopukluğundan olduğunu düşünüyorum. O yüzden biraz prodüksiyon aşamalarına bakmamız gerekecek.

Star Wars Prodüksiyon Günlükleri

Belki diyebilirsiniz “J.J (ve Lucasfilm hikaye ekibi) ilk filmi yazarken yukarda yazılan soruların cevaplarını bilmiyorlar mıydı?”. Bu sorunun cevabı: Hayır, bilmiyorlardı. The Force Awakens, bir hikaye ekibi tarafından yazıldığını belli eden bir film, çünkü ‘güvenli’ bir film. Bundan kastım: The Force Awakens, hikaye noktaları ve karakter gelişmeleri açısından risk almayan ve orijinal üçlemenin ilk filmi olan A New Hope’u takip eden bir film. The Force Awakens’ın yapması gereken tek şey, yeterli derecede düzgün bir film yaparak yeni üçlemeye bir başlangıç sunmaktı. Prequel üçlemesinin tadını ağzımızdan silmek ve Star Wars’un eskisi gibi olduğunu modern dünyamızda da göstermekti. Ve -bence- bunu başardı.
J.J ise o çok sevdiği ‘mystery box’ sorularını filme yerleştirdi ve cevapları için 8.-9. bölümleri ele alacak yönetmenlere güvendi. Daha sonrasında sırayla Episode 8 için Rian Johnson ve üçlemeyi kapatacak Episode 9 için de Colin Trevorrow işe alındı. Rian Johnson, 8 için görmek istediği hikayeyi yazıp sundu ve Lucasfilm’den onay geldikten sonra çekimlere başladı. Colin Trevorrow da senaryoyu birlikte yazdığı Derek Connolly ile hikayesini sundu ve çekimler için onay aldı. 




Ancak 9’un çekimleri başlayana kadar Trevorrow’un yönettiği bir film (The Book of Henry) vizyona girdi ve neredeyse bütün sinema eleştirmenleri tarafından topa tutuldu. Bu olay Lucasfilm’in Trevorrow’u dünyadaki en büyük ‘franchise’lardan biri olan Star Wars’u emanet edip edemeyeceklerini düşündürttü ve çok geçmeden Trevorrow, Star Wars Episode IX’un yazarlık ve yönetmenlik işinden kovuldu. Yani aslında 7,8 ve 9’un hem hikaye noktaları hem de karakter gelişmeleri açısından bir ‘giriş-gelişme-sonuç’ planı vardı ancak Trevorrow kovulduktan sonra 9’un hikayesi çöpe atıldı ve 8 vizyona girdikten sonra son filmin hikayesinin yeniden yazılmaya başlanmasına karar verildi. Tamam... bu olayların arka planıydı, şimdi The Last Jedi’a geçebiliriz.

Suç Atmacalar

Rian Johnson’ın defalarca kez röportajlarda ve Twitter hesabında da dile getirdiği gibi Lucasfilm birkaç not dışında Johnson’ın hikayesine karışmadı. (Tabii ki dışarıdan baktığımız için izleyiciler olarak tam olarak bunun doğruluğunu bilemeyiz ama ben inanıyorum.) O yukarda sorduğum sorulara kendi açımdan hayal kırıklığıyla cevap verilmesinin nedeni bence şu: İnternet.

Herkesin her karakter ve her hikaye noktası için kendi teorileri vardı. ‘Rey’in anne/babası kim?’ sorusu tam iki senedir her yerde geçiyordu. Rian Johnson 8’in hikayesini yazarken oturdu ve dedi ki: “Herkes Rey’in birisinin kızı olmasını bekliyor... peki ya kimsenin kızı olmazsa?”

Ve teoride kağıtta bakıldığı zaman bu tercihi beğeniyorum. Belki bunu bir roman olarak okuyor olsaydım beklenmedik bir sonuç olduğu için güzel bir ters köşe olarak bakardım. Ama sinematik bir açıdan filme baktığım zaman bu hikaye noktasının beni hayal kırıklığına uğrattığını görüyorum. Sinematik derken görsel olarak anlaşılmasın, Rey’in mağaraya düştüğü ‘reveal’ sahnesi bence görsel açıdan çok ilginç; sinematik açıdan derken salondaki herkesin heyecanını aniden kesen bir hikaye noktası olarak diyorum. Bir ‘I am your father’ dramatikliği yok ve belki de o dramatiklik istenmemiş, anlayabiliyorum, fakat tam iki sene boyunca sorguladığınız şeyin cevabının sizi tatmin etmesini de istiyorsunuz. Gerçekten size ‘anti-climactic’ bir şekilde size Rey’in ailesinin hikayede önemli bir rolü olmadığını söylüyor. Şöyle bir benzetme yapayım: İki sene boyunca Rey hangi tür elma diye düşünüyorsunuz. Kırmızı mı, yeşil mi, sarı mı, vs. Sonra -iki yıl sonra- size diyorlar ki, ‘He ya, Rey elma değil, armut.


Ve bu cevaplar üst üste hayal kırıklığı yaratarak gelince film bittiğinde bir sonraki filmi izleme isteğiniz bile kalmıyor. The Force Awakens’ın sonunda heyecanlanıyorsunuz, sizi merakın ve bir sonraki filmi izleme isteğinizin doruklarında bırakıyor. Çok da beğenmediğim Rogue One bile son aksiyon sahnesiyle kalp artış hızınızı yükselterek filmi bitiriyor. Ama The Last Jedi yavaş, sessiz ve depresif bir şekilde bitiyor. Size gelecekte ‘barış’, ‘bir amaç’ ya da ‘umut’ olduğunu söylese de Asiler yani ‘iyi adamlar’ için film umutsuz bir şekilde bitiyor.
Ve bunun ortaya çıkışının böyle olmasında suçu Rian Johnson’a atmıyorum, Mystery Box tekniğine atıyorum. Çünkü ilk filmde bu kadar Rey’in soy ağacı muhabbeti geçip açık bırakılan bir kapı niteliğinde bitirilmeseydi; teoriler ve spekülasyonlar havada uçuşmayacak ve önümüze ne sunulsa kabul edecek, ‘elma-armut’ tarzında saçma analojilere girişmeyecektik. (Bu konuda sinirli olduğum belli oluyor mu?)

Rian Johnson’a suç attığım yer ise (ve evet 6 kısa film çekmiş biri olarak şimdi Star Wars yönetmenlerine suç atmaya devam ediyorum) filmde bazı hikaye noktalarının ortaya çıkışlarını sanki seyirciyle dalga geçiyor gibi uygulaması.

Bu da ‘bathos’ adı verilen efektin bence kötü bir şekilde kullanılmasından kaynaklanıyor. Bathos, heyecan yükselirken ve merak artarken aniden gelen absürt ya da komik an olarak tanımlanıyor. Filmdeki hiçbir bathos anı işe yaramıyor. Ve aslında film ilk sahnesiyle size nasıl bir tonda olacağını gösteriyor:

Bir aksiyon sahnesinin içindeyiz. Asi Lideri Poe Dameron, New Order gemisini bombalardan kaçarak patlatmaya çalışmaktadır.
Leia’yla tartışan Poe, emirleri görmezden gelerek kendi bildiğini yapar. Geminin içindeki General Hux’la iletişime geçer.
Ve bu ciddi ve çoğu kaybın verildiği aksiyon sahnesinin ortasında Hux’la konuşur. Herkes iki taraftan da tehditkar bir tavır beklerken...
... Poe, Hux’ın annesine laf atar.

TAN sahte bir şekilde güler. Aslında içi ağlıyordur.

Ve işte film daha ilk sahnesiyle size tonunu belli etti, ‘beğenirsiniz beğenmezsiniz size kalmış’ dedi. Ancak bu aksiyon sahnesinden sonra Luke ve Rey’i geçenki filmde bıraktığımız yerden izlemeye devam ediyoruz. İki sene bekledikten sonra Luke ışın kılıcına kavuşacak ve yeni üçlemedeki ilk sözlerini söyleyecek.
Rey’den ışın kılıcını alır.
Bakar.
Müzik yükselir.
Ve...
... ışın kılıcını komik bir şekilde arkasına atar.

İşte, güldürmeyen bir ‘bathos’ sahnesi daha.
Luke’un huysuz yaşlı bir adam olmasıyla sıkıntım yok, hatta ışın kılıcını atmasıyla da bir sıkıntım yok. Tek sıkıntım, ışın kılıcını komik olacak bir şekilde arkasından atması. Sanki Rian Johnson bütün seyircilerin beklentilerini trollemiş gibi hissediyorsunuz ve bu beklentinizin olduğu ya da heyecanlı bir şey olacağını düşündüğünüz çoğu sahnenin size cevabı böyle olunca, bu efektin daha da işe yaramadığını görüyor ve hayal kırıklığına uğruyorsunuz.

Luke’tan, Finn’den ya da BB-8’ten kimden geldiğine fark etmeksizin neredeyse hiçbir komedi sahnesi işe yaramıyor. Sonra film bitiyor ve ağzınızda ‘kekremsi bir tat’ bırakıyor. Karakterleri düşündüğünüzde, filmde neler yaptıklarını ve önceki filmden sonra ne kadar değiştiklerini sorguladığınızda ise şunu görüyorsunuz: Karakterler bu filmde hiç değişmedi ki.

Karakterler

Rian Johnson’ı bir yazar ve yönetmen olarak çok severim. Brick ve The Brother’s Bloom’u beğensem de bence Looper’da parlamıştır. The Last Jedi’da yazar olarak yarattığı hikayeyi beğenmesem de yönetmen olarak bence haddinden de fazla çalışmış. Tabii bu görsel şöleni başarmasında teknik ekibinin de çalışmasını göz önünde bulundurmak lazım fakat fikirler Johnson’dan çıktığı için övgüleri ona veriyorum. Kurgu ve sinematografi açısından en iyi yönetilen Star Wars filmi olmasına rağmen filmin temposu bakımından da en sıkıntılı Star Wars filmlerinden. Film bittikten sonra bazı sahnelerin gereksiz olduğunu görüyorsunuz. Yaşanan olayların karakterlere etki etmediğini, filmin başında nasıllarsa sonunda da öyle olduklarını görüyorsunuz. Her karakter değil ama çoğu yan karakter öyle:

Finn - Bir önceki filmde Asiler’in (yeni) Death Star’ı patlatması için yardım eden Finn, bu filmde iyi ve kötünün farkını tekrardan (!) gördü. Bütün filmi ana aksiyondan uzakta, zayıf ve manasız bir casino hikayesinde geçirdi. Ve böyle bir görevden bile başarısız bir şekilde geri döndü. En sonda kendisinin de gerçek bir Asi olduğunu hissetti ve iyi bir amaç uğruna kendini feda etmeye çalıştı. Ancak yapamadı çünkü filmde Rose diye bir karakter var.

Snoke - The Force Awakens'te kim olduğuna dair bu kadar merak yaratılmışken hiçbir soruya cevap vermeyip bir de üstüne bu şekilde ölmesi (harcanması) yan karakterlerin değişim ve gelişimleri üzerindeki zayıflığı da gösteriyor.

Rose - Sadece Finn’in B hikayesinde onun yanında olması için yazılmış bir karakter. Finn’in kendini feda etmesine izin verse Finn’in hikayesi güzel bir şekilde kapanmış olabilirdi. Rose karakterinin hikayesi son filmde nerelere gidecek hiçbir fikrim yok. Umarım Rey-Finn-Rose aşk üçgenine dönüşmez.

Leia - The Force Awakens’ın sonunda Asiler ile birlikte bir gemide New Order’dan kaçıyordu. The Last Jedi’ın sonunda Asiler ile birlikte bir gemide New Order’dan kaçıyor.

İlk filmin sonunda Poe ve Finn gibi yardımcı karakterler çok ilgi çekici gelmişti. Yeni üçleme için kahramanlarımızın bu olacağına inanmış ve gelecek filmlerde ne yapacaklarını merak ediyordum. Bu filmden sonra nereye gideceklerini bilmiyorum, tahmin bile edemiyorum ve ne yalan söyleyeyim öğrenme isteğimi de kaybetmiş gibiyim.


Filmde gelişen ve ne kadar çok beğenmediğim şey olsa da iletişimini ve etkileşimini beğendiğim iki karakter var: Rey ve Kylo. Rey bir Jedi (son Jedi) olmayı öğrenirken, Kylo bu galakside doğru tarafı bulmak için uğraşıyor. Kylo ve Rey’in birbirlerini hem tehdit etmeleri hem de kendi taraflarına doğru çekmeye çalışmaları ve aralarındaki etkileşim çok ilgi çekiciydi. Eğer Snoke’u alt ettikten sonra Rey, Kylo’nun ‘galaksiye denge getirerek yeni bir güç yaratalım’ teklifine evet deseydi serinin gidişatı çok farklı ve -benim açımdan- daha ilginç bir hal alabilirdi.
Bu etkileşime Luke’u da dahil ederek bir üçgen yaratabiliriz. Luke’un Kylo’yla geçmişi ve bu yüzden Rey’i eğitme korkusu gayet güzel bir şekilde perdeye yansıtılmıştı. Ancak Luke’un ölümünün gereksiz olduğunu düşünüyorum. Evet, artık yaşlı ve bütün gücünü kullanmış olabilir ama Asiler daha kurtulmadı ki. New Order yerle bir edilmiş olsa ve sonra (yani son filmin sonunda) kendini ‘iyi taraf’ kazandıktan sonra barış ve huzur içinde bıraksa hem karakter için hem de Skywalker Saga’sı için daha güzel bir final olabilirdi.



Sonuç olarak, Star Wars - Episode VII: The Last Jedi, çok güzel hatta bazı unutulmaz Star Wars anları ve kareleri yaratmasına ve görsel olarak çok güzel gözükmesine rağmen hikaye ve karakter gelişimi açısından yanlış kararları yanlış şekilde aldığını hissettiriyor. The Last Jedi defterimi Jedi Tapınağı’nda gördüğümüz kitapların birindeki şu dizelerle bitirmek istiyorum:

"First comes the day

Then comes the night.
After the darkness
Shines through the light.
The difference, they say,
Is only made right
By the resolving of gray
Through refined Jedi sight."


―Journal of the Whills, 7:477