3 Eylül 2017 Pazar

Death Note: Anime vs Hollywood

Bir Başyapıtı Kültürsüzleştirmek


Bu yazıda bir hafta önce Netflix yapımcılığında ekranlarımıza yansıyan Death Note'u inceleyeceğim. Daha çok 2006 yılında çıkan anime ile karşılaştırıp -kendimce- neyin yanlış ve neyin doğru yapıldığını dile getireceğim. O yüzden animeyi veya filmi izlemediyseniz hemen gidip izlemenizi öneririm çünkü 'spoiler' bölgesine giriş yapıyoruz. Anime olan Death Note, mangayı muhteşem bir şekilde adapte edip ağır ve derin felsefik temaları bir çizgi dizisi içine enjekte eden aynı zamanda heyecan verici, rahatsız edici ve eğlenceli olmayı başaran nadir dizilerden biridir, o yüzden izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. 2017 yapımı film olan Death Note'u ise bir adaptasyonun nasıl yapılmaması gerektiğini görmeniz için izlemenizi tavsiye ederim.(Dikkat edersiniz ki bunu şiddetle tavsiye etmiyorum.)

 

Eğer animenin ya da manganın film halini izlemek istiyorsanız, bu film sizin için değil. Filmin adı sadece Death Note, karakterlerin adları sadece aynı. Ne hikaye, ne karakterlerin görevleri, ne motivasyonları, ne de bu hikayedeki gidişatları aynı. Sadece konsept aynı. Eğer birebir bir adaptasyon izlemek istiyorsanız 2006 yılında çıkan Japon yapımı film Death Note'u izlemenizi öneririm. 

2017 Death Note'a gelirsek:
Film adaptasyonu Japon kültürünü Amerikan -Batı da diyebiliriz- kültürüne göstermemeyi tercih etmiş. Hikayeyi alarak komple 'bir Amerikan filmi' olarak yansıtmış. Animenin sizi koltuğunuzun ucunda oturtan müzikleri yok; onun yerine 80'lerin Amerikan soft-rock şarkıları var. L ve Light arasındaki o kedi-fare oyunu, sonunu tahmin edemeyeceğiniz hikaye noktaları, akıllıca ve kurnazca iki karakterin birbirini yakalama çalışmaları yok; onun yerine yüzlerce, binlerce aksiyon filminde izlediğimiz sıkıcı bir kovalamaca sahneleri var. Ve inanır mısınız, bir sahnede L bir arabanın kaputunun üstünde kayıyor. Evet, yanlış duymadınız. O hani animeden çok sevdiğiniz dedektif L var ya işte bu filmde Light'ı kovalıyor... POLİS ARABASI ÇALARAK. Sonra Light'ı tesadüfen bulduktan sonra koşarak kovalamaya geçiyor. Kovalamanın sonunda animeye yakınlaşıyorlar en azından. Kovalama sonunda Light onu akıl oyunlarıyla etkisizleştiriyor, hatırlıyorsunuz değil mi? HAYIR. Yalan söyledim, öyle bir şey yok. L tam Light'ı kıstırmış, elindeki tabancayı -L ve tabanca... ne alaka- yüzüne doğru doğrultmuş... ve ne oluyor? Bir anda oradaki dükkandan çıkan bir adam L'in kafasına kürekle vuruyor. Ta daa, buyrun size Amerikan Death Note. 

Tema Farkları

Animede önemli olan şey defter bile değil aslında. Evet, defter dizinin en büyük aracı olabilir -dizinin adı sonuçta- ama anime çok daha büyük temaları da ele alıyor. Dizi sadece Light'ın sevmediği insanları öldürmesi üzerine olsa birkaç bölümden sonra sıkıcı olurdu zaten. Dizi, Light kadar ilginç ve akıllı bir karakterin eline geçen bu defter sayesinde büyük bir görevle başa çıkışını anlatıyor. Light, masum insanları da öldürebilecek kapasitede bir karakter.(Yeri geldiğinde öldürüyor da zaten) Amacı 'Tanrı'yı oynamak' değil, 'Tanrı olmak'. L ile içine girdiği çatışma fiziksel bir kavga değil, hatta fiziksel bir kavgadan olabildiğince uzak. Hep bir adım sonrasını düşünen iki -artık deli sayılacak kadar- zeki insanın birbirlerini alt etme çabaları. Light Yagami karakteri kendini 'adalet' kavramının fiziksel hali görerek dünyada adaleti sağlamak için önüne gelen herkesi ve her şeyi kullanabilecek, yoluna çıkan engelleri hiç üzülmeden ya da ahlaki bir suçluluk hissetmeden yok edebilecek bir psikopat. Evet, Light'a psikopat dedim, lütfen taşlamayın. 
Dizinin 37 bölümünde genel olarak sorulan bir soru var: 'Adalet nedir?' Hatta birbirleriyle çatışan iki baş kahramanımızın 2. bölümde kendi kendilerine dediği bir cümle de bu tezimi kanıtlıyor: 'Ben adaletim.'  (sahneyi izlemek için tıklayın)


Filmde ise adalet kavramı yerini 'iyi ve kötünün savaşı'na bırakmış durumda. Light Turner karakteri suçluları ve sadece suçluları öldürerek kendini iyi bir katakter olarak yansıtıp neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösteriyor. Light'ın karakterinin motivleri siyah-beyaz kadar net olmasa da 'yapması gereken' bir şey olduğunu biliyor. Hatta defterlerle ilk cinayetleri, okulun zorbası ve annesinin katili oluyor. Amacı 'Tanrı olmak' ya da 'Tanrı'yı oynamak' falan değil, 'dünyada düzeni sağlamak'. 


Filmde sorulan soru ise: 'Böyle bir gücün sorumlulukları nedir?' Adalet kavramı da orada burada bahsediliyor ancak bu ağır ögelere yeterince zaman ayrılmıyor. Film gidip ergen romantizm, slow-motion dans sahneleri ve kalabalık bir 'sonuç' bölümüne -buraya değineceğim- yer vermeyi seçiyor. Filmi yapmaya çalıştığı şeyler için takdir ediyorum, fakat başaramamış. Böyle yüklü temaları sadece 1 saat 40 dakikalık bir filmle anlatamazsınız. Anime bile 25 dakikalık 37 bölümde anlatabilmişken, bu konsepti sadece bir filme sığdıramazsınız. 

Karakterler

Animede Light Yagami, çok başarılı bir öğrenci ve bu zekası sayesinde Death Note'u eline geçirdiği anda tam olarak ne yapacağını bilen bir karakter. Bu gücü Kira olarak benimseyip hiçbir şekilde duygularının başarmak istediği şeyin önüne geçmesine izin vermeyen bir idealist ve narsist.
Filmde ise Light Turner, deftere sahip olmadan önce annesini kaybetmiş -sempati puanı +1- ve Tanrı kompleksi olmayan biri. Böylece izleyenler karakterle daha kolay bir şekilde empati yapıp onun yanında durabiliyorlar. Animedeki gibi 'Yeni Dünya'nın Tanrı'sı' olma gibi bir amacı yok, kendini insanlardan üstün de görmüyor, insanlar için bu gücünü kullanıyor. Ona kötülük yapanları cezalandırıyor. 
Yagami ve Turner'ın arasındaki en büyük fark da bu: 
Birisi seyircilerin sevip sevemediğine karar veremediği bir egoist; diğeri ise ahlaki bir çizelgesi olup defteri kendisinin ve insanların yararına kullanan bir liseli. Nat Wolff yaratmak istedikleri Light'ı iyi bir şekilde oynamış fakat onun yerine daha tehlikeli bir Light karakteri yazılıp, daha tehditkar gözüken bir oyuncu oynatılabilirdi.


Willem Defoe'nun seslendirdiği Ryuk ise belki de animeye en çok yaklaşan karakter olmuş. Ama çoğu yan karakterde olduğu gibi yeterli zaman verilmediği için önemsiz bir yan karakter oluyor. Animede izlemekten keyif aldığımız Ryuk'u görebiliyoruz filmde, en azından o potansiyeli. Fakat filmde sadece Death Note'un kurallarını söylemek ve gönderme olarak elma yemek için orada. Bu kadar maalesef.

Animede Misa, saf ve yaptığı her şeyi Light'a olan aşkından yapan bir karakter. Kullanıldığını anlasa bile Light'a duyduğu hislerden vazgeçemeyen ve onu mezara bile takip edebilecek bir kız. 
Filmde ise psikopat. Hollywood'un 'güçlü bir kadın' olarak karakter anlayışı. Light'ı manipüle ederek gücü yakalamaya çalışan bir insan. Öldürmek için amacı yok, defteri istemesinin tek sebebi bu öldürme gücünün ona tatlı gelmesi. Animede Light'ın karakteristik özelliklerini filmde Mia'ya -adını da değiştirdiler- yüklemişler. Bir sahnede Light'a 'seni seviyorum' diyor ve aşkları alevleniyor. Bir sonraki sahnede 'seni manipüle ettim, öleceksin HAHAHA' diyip klasik bir kötü karakter tarzına bürünüyor. Bıyığı olsa bıyığını burup: 'Defter benim olacak, Sayın Turner.' diyecek. Havalı, güzel ve manyak. Tebrikler Hollywood, güçlü bir kadın karakter yazalım diyip her cümlesi bir öncekiyle çelişkili, anlamsız ve etkisiz bir karakter yazmışsın. 

L, animede aşırı sakin, gizemli ve duygusuz bir dahi. Yaptığı çıkarımların sebepleri var, sonuçları var, onunla birlikte düşünme ve 'acaba şimdi ne yapacak?' cümlesini söyleyebilme şansımız var. Karakterin geçmişini de hemen öğrenmiyoruz, kim olduğunu ve nasıl buralara geldiğini göstermek için zamana bırakıyorlar. Ve öğrendiğimizde de doğru yerde ve doğru zamanda öğreniyoruz. Watari ise onun sadece yardımcısı, hatta uşağı. 
Filme bakarsak, L'in geçmişi neredeyse aynı fakat en büyük fark bunu ne zaman açıklamayı seçtikleri. Karakterle tanışıyoruz ve 10 dakika sahne aldıktan sonra geçmişini öğreniyoruz. Hani nerede karakter geliştirmesi, nerede gizemi, nerede bu devlet? 


Filmi 2. izleyişimde birkaç not aldım -evet bu filmi iki kez izledim-, onları paylaşacağım:

L ile filmin 30. dakikasında tanışıyoruz. Kira'nın Japonya'da bir kulüpteki insanları katletmesini araştırırken karşımıza çıkıyor. Daha sonra Watari'yi tanıtıp 3 dakikalık sahneyi sonlandırıyorlar. L daha sonra Light'ın babasıyla bilgisayardan yaklaşık 2 dakikalık bir görüşme yapıyor. Ve Kira'nın Seattle'da olduğunu söylüyor. Çok basit sebeplerden dolayı bunu söylüyor, yani herkes bulabilir. L bir dahi olarak değil, sadece haberleri dikkatli izleyen bir insan olarak gösteriliyor. İlerleyen sahnelerde Light'ın babasıyla tanışıyor, 2 dakika. Ve sonraki sahnede de televizyona çıkarak Kira'ya meydan okuyor, bu da yaklaşık 2 dakika. Peki L karakterini bir sonraki sahnede ne yaparken görüyoruz, hatırlıyor musunuz? Light ile buluşurken.... yüzyüze... bir kafede... arada hiçbir şekilde bir gerginlik, tansiyon ya da çatışma yokken. Bu buluşma tam olarak filmin 52. dakikasında oluyor. Light ile 43 dakika, L ile sadece 9 dakika geçirmişiz ve aralarındaki 'dahi' çatışmaya mı inanacağız? Bu büyük rekabet, animede ilk buluşmaları bile özel olan bir anı sadece 50 dakikaya mı sığdırdınız? L kadar geçmişi ve düşünceleri geniş bir karakteri, onun seviyesinde olan Light ile buluşturmadan önce üzerinde sadece 9 dakika mı durabildiniz? 


Ve şunu da not olarak yazayım: Karakterin siyahi olması umrumda bile değil. İsterse beyaz tenli yapmış olsunlar... bu L değil. L duygusuz, zeki, kimsenin yapamayacağı çıkarımlarda bulunabilen bir rahatsız. Tek amacı Kira'nın kim olduğunu bulabilmek, bulduktan sonra da yakalayabilmek. Filmdeki L, Watari öldükten sonra onun intikamı için hareket ediyor. Amacı, bu büyük katili yakalamak değil, öldürmeye geçiyor. Adaleti ele geçirmeye çalışan bir karakteri alıp Kira'yı yakalaması için en büyük motivasyonu olarak 'intikam' olgusuna dayanmışlar. L yakından uzaktan öyle bir karakter değil. Yok telefondan Watari'inin ölümünü öğrenecekmiş de slow-motion ağlayacakmış da -sempati puanı +1- depresyona girecekmiş de intikam aramak için sokaklarda Light'ı kovalayacakmış da...

Yönetmen

Yönetmen Adam Wingard'ın 80'ler sevdasını burada da görebiliyoruz. Yönetmenin tarzı kötü değil, sadece böyle bir hikayeye uygun değil. The Guest filmi için slow-motion sahneler, 80'ler temalı bir soundtrack ve yine 70 ve 80'lere gönderme olarak gösterilen kanlı sahneler uygun. Ama Death Note gibi psikolojik gerilim tadında her sahnesinde endişe ve korku hissedilen bir film için değil. Deftere yazılan ölümler rahatsız edici olmalıydı böyle Final Destination tarzı kanlı oraya bağırsak buraya bağırsak uçuşan ölümler değil. Soundtrack de kötü değil, eğer şarkılar baz alınarak bakarsak. Güzel ve benim de dinlediğim şarkılar ama Death Note gibi bir hikayeye ve ekrana yansıtılan görsellere uyumlu değiller. Film bile kendi tonunda kararsız. Lunaparktaki son büyük sahnede bunu çok net görebiliyoruz. Hatırlatayım size:

''Mia delirmiş, 'give me my fucking book' derken defteri Light'ın ellerinden söküp alıyor. Light eğer Mia deftere dokunursa ölmesini ve kendisinin kurtulmasını deftere not etmiş, tabii bunu sonradan öğreniyoruz. Mia defteri aldıktan sonra dönme dolap Ryuk tarafından parçalanırken Light ve Mia slow-motion bir şekilde ölümlerine doğru düşüyorlar.''

Bu çok ciddi ve korku verici bir sahne olabilir. Bütün film boyunca bu çiftin ilişkisini anlattık, ne kadar klişe olsa da. Mia'nın ölümü rahatsız edici ve gerçek olabilir. Ama ne oluyor, 1980'lerden romantik bir şarkı eşliğinde düşüyorlar. Çocuğun bütün filmdir aşk yaşadığı kız ölürken komik bir sahne yaratılıyor. Kararsız bir ton gösteriyor film. Komik sahneler yeteri kadar komik değil, ciddi sahneler de kısa oldukları için yeterli etkiyi yaratamıyorlar. (sahneyi izlemek için tıklayın)

Sonuç: 2017 yapımı Amerikan Death Note kötü bir film değil, sadece kötü bir adaptasyon. Bunun nedenlerini de Amerikan-laştırma ve hikaye ve karakterleri seyircilerin anlaması için basitleştirme olarak gösterebiliriz.

Bugünlük bu kadar.


27 Mayıs 2017 Cumartesi

Choose Life... Again!

Scotland Is Still Shite!

 - SPOILERS - 

Bugünün filmi : 


İlk filmde parayı alıp kayıplara karışan Renton, 20 yıl sonra ''arkadaşlarının'' yanına geri dönüp her şeyi düzeltmeye çalışacaktır. 

İlk filmi izlemiş birisine devam filminin çıkacağını söyleseniz konusunu soracağını düşünmüyorum. Bu filmi konusu için izlemiyorum, izlemiyoruz. Bu sevdiğimiz, eğlendiğimiz ve biraz daha zaman geçirmek istediğimiz karakterlerle bir kaç saat daha ''takılmak'' için izliyoruz. 20 yıl önce Trainspotting'in  bize hissettirdiği duyguları tekrar hissetmek için izliyoruz. O 'kült' film tadını tekrar almak için izliyoruz. 

Peki, T2 Trainspotting bunu başarabiliyor mu?

İlk önce size T2'nin ne kadar iyi bir 'kült' filmi olduğunu ve 'kült' film türünün şu anki sinema sektöründeki rolünden bahsetmek istiyorum. 

'Kült film' nedir?
Kült film vizyona girdiğinde çok ses uyandırmayan, herkese hitap etmeyen ama hitap ettiği toplulukta çok çabuk bir şekilde popüler olup yayılan bir filme denir. Bknz. Fight Club, Trainspotting, Dredd, The Big Lebowski...

T2 de bu role çok iyi oturuyor çünkü; ilk filmin hitap ettiği topluluğa sesleniyor tekrardan. Filmin başarmayı istediği 'gelmiş geçmiş en iyi filmi' yapmak değil, sadece ilk filmin hikayesinin devamını getirmek. Her yerde reklamları yok, sayısızca fragmanı yok; hatta hiç reklamı yok. Ülkemizde 5 Mayıs'ta, film sektörünün madeni olan Amerika'da 3 Mart'ta vizyona girdi. Amerika'da yaptığı hasılat filmin bütçesinin sekizde biri. 1/8. Ülkemizde daha yeni çıkmasına rağmen bu gidişle Amerika'da yapılan hasılata yetişebilir. İşte kült filmlerin de yaptığı bu: Filmin kazandığı para onlar için önemli değil. Bu filmi yapanların tek istedikleri karakterlerin 20 yıl sonra nerede olduklarını, ne yaşadıklarını seyircilere göstermek. 
Ama bu durum benim aklıma bir soru daha getirtiyor: Başka bir kült filmin devamı gelseydi de bu kadar az bir hasılat görebilir miydik? Mesela yarın Fight Club 2 çıksa neler olurdu? İnsanlar hikayenin devamını merak edip sinemalara doluşur muydu, yoksa ''ya internete düşünce evimin keyfinde izlerim'' mi derlerdi? Fight Club farklı bir film olabilir, evet, ama Fight Club vizyona girdiğinde, insanlar nasıl Trainspotting'e 'sadece bir uyuşturucu filmi' dediyse; Fight Club'a da 'sadece bir dövüş filmi' diyorlardı. Brad Pitt, Edward Norton ve bütün ekip tekrardan ikinci film için gelseler, ilk hikayenin hayranlarının yüzde kaçı para ödeyip sinemada izlemek için can atar?

T2'ye gelirsek:

İlk film değil. Hatta ilk film gibi bile değil. Evet, karakterlerin hepsi hala sevdiğimiz gibiler. Evet, müzikler yine sahnelere, olaylara ve durumlara uygun. Evet, yine ''nefret - aşk - hüsran - kayıp - neşe - ihanet'' karışımı bir formül var karşımızda. AMA ilk filmin o hızlı temposu, her zaman her şey olabilir endişesi ve o orijinal, çenemizi düşüren görseller yok. Bunun nedeni; Hikayede uyuşturucu artık büyük bir rol oynamıyor, hatta: hiçbir rol oynamıyor. Karakterlerimizin kafalarının - neredeyse - bütün film boyunca yerinde olması filme bir ağırlık katıyor. Ekrandan bize diyor ki: ''O sevdiğin uyuşturucu bağımlıları değiller artık. Unut onu, hepsi olgunlaştı, daha büyük hedefleri var hepsinin.'' Yapılmak istenileni anlıyorum ve bu yapmak istediklerini gayet başarılı bir şekilde yaptıklarını da görebiliyorum fakat film bittiğinde sizde 'her şey yerine oturdu' hissi vermiyor. Bir arkadaşımın sözünü çalarak; ''Film sizde kekremsi bir tat bırakıyor''. Buruk bir şekilde sinemadan ayrılıyorsunuz. Başarmak istedikleri şey bu ama bu benim beğeneceğim anlamına gelmiyor maalesef. 


Filmin tam ortasında sevdiğimiz ve beraber işler yapmalarını istediğimiz iki karakter - Renton ve Simon (Sick Boy) - bir göreve girişiyorlar. Bir bara gidip farkedilmeden oradaki herkesin kredi kartını çalıp paralarını çalmak. Bu sahne tamamıyla bana ilk filmi hatırlattı. Çekiliş tarzından, oyunculuklara, garip/tuhaf komedik anlardan, şarkı seçimine kadar. Filmin en eğlendiğim bölümü oldu. Anlıyorum, filme daha dramatik anlar ve karakter seçimleri yansıtılmak isteniyor ama filmin bu parçası iki saate yayılsa çok büyük keyif alınarak izlenilirdi.


Yönetmenlik koltuğuna geri dönen Danny Boyle, ilk filmde yaptığı şeyleri burada hem tekrarlıyor hem de tekrarlamıyor. İlk filmde yapamadığı çoğu kamera tekniğini ve görsel içeriği burada teknolojinin de verdiği olumlu etki ile yapabiliyor. Ama ilk filmden de sayısızca gönderme yapıyor. T2'yi izlerken 'Ah, evet ilk filmdeki şeyi şey yapıyor.' cümlesini en az 10 kere diyorsunuzdur. Bu referanslar yapılsın, filme eğlence ve bir 'tanıdık sinerjisi' katıyor ANCAK bu efekt çok kullanıldığı zaman - ve haddinden fazla kullanılıyor - gönderme olarak değil de nostalji olarak algılıyorsunuz. İlk filmde aklımıza kazınan efsanevi görseller ve replikleri değil, yeni versiyonlarını görmek istiyoruz. Neredeyse her sahnede ilk filmden aşina olduğunuz bir şey görünce o an izlediğiniz ve takip etmek istediğiniz yeni hikayeye de odaklanamıyorsunuz. Senaryo da bu yüzden kendini kelepçelemiş bir şekilde duruyor. O anlara gönderme yapmak zorunda, kendi hikayesini baştan sona ilk filme yaslanmadan anlatamayacak duruma gelmiş gibi gözüküyor.


Sonuç: Eğer ilk filmi tekrardan izlemeyi beklemeyip, farklı bir tonda aynı karakterleri izlemek istiyorsanız derhal izleyin. Ama bir tavsiye; nostaljik anlara hazırlıklı olun.


Bugünlük bu kadar.

Choose life...

28 Ocak 2017 Cumartesi

Google Translate Kadar Olamadık...

Neden Buradalar?

Bugünün filmi : Arrival


ABD dahil dünyada 12 farklı ülkeye gizemli uzay araçları inmiştir. İçine girip, uzaylılarla anlaşıp barışı sağlayacak tek insan ise dilbilimci Louise Banks'tir. Uzaylıları çözüp, dünya barışını tekrar kazandırmaya çalışırken kendini de yeniden keşfedecektir.

Arrival, şu an içinde bulunduğumuz 2000'li yılların - District 9 ile beraber - en orijinal bilim-kurgu filmi. Bu kadar basit.

Ve dışarıdan baktığımızda aslında böyle bir filmin iki büyük dezavantajı olduğunu görüyoruz:

1 - Sci-Fi : Ne zaman yeni bir bilim-kurgu filmi çıksa (ki o kadar sık olmuyor) hepimiz bir önyargıyla yaklaşıyoruz. ''Aman, sanki yeni Star Wars olacak.'' şeklinde kurduğumuz cümleler bilim-kurgu türünün şu anda ne kadar zayıf ve klişe olduğunu gösteriyor. Her bilim-kurgu filminin ''yeni Star Wars'' olmasına gerek yok, olamaz da zaten. Bizim ihtiyacımız olan akıllı, akıcı ve orijinal kurgusal bir hikaye.


2 - Dünyayı işgal etme : 90'ların başında özel efekt teknolojisinin radikal bir şekilde yapılanması ve gelişmesiyle beraber ''uzaylı işgali'' ya da ''bombayı durdurmazsak dünyayı patlatacaklar'' tarzında filmler yaygınlaştı. (Bkz. Independence Day, Signs, War of the Worlds, Battleship, vs.)
Böyle büyük bütçeli, özel efekt ağırlıklı ve hikaye/karakter/zeka kıtlığı çeken filmler çoğaldıkça izleyen ne yaptı? İzlememeye başladı. Bu yüzden de insanlar ''bilim-kurgu türü hep aynı şeyler çıkartıyor.'' mentalitesini benimsemeye başladılar. 
Arada sırada görmediğimiz bir hikaye ekrandan fırlıyor.(Ex Machina ve Edge of Tomorrow) fakat yine baktığımız zaman görüyoruz ki: Edge of Tomorrow da orijinal bir fikir değil, kitap uyarlaması. Arrival da öyle. Çünkü Hollywood'da Christopher Nolan değilseniz orijinal bir bilim-kurgu fikrini filme dönüştürmeniz imkansıza yakın. Ancak fikri nereden aldığınız izleyenleri ilgilendirmiyor; elinizdeki materyalin orijinal olması, akıllıca yazılması, düzgün bir şekilde seyircilere yansıtılması önemli olan.
Şahsen, Arrival'a bir ''uzaylı filmi'' de demezdim. Arrival bunun çok daha üstünde. Çünkü bu tarz filmleri sevmeyenleri bile kendine çekebilecek bir film. İlk başta: bu bir bilim-kurgu filmi değil. Evet*, bilim-kurgu ögeleri var, evet, uzaylılar var AMA film, kendi özünde aslında bir dram. Ve de ağır bir dram hikayesi. Etkileyici. Bu yüzden bilim-kurgu tür hikaye sevmeyenlere kendini izlettirip, hayranlarına da akıllıca bir film sunuyor. 
*Filmin olay örgüsünü ve hikaye noktalarını olabildiğince kısıtlı tutmaya çalıştım çünkü film izledikçe kendini size açıyor.

Arrival, çok net bir şekilde yapılmış bir film. Bundan kastım şu : Her kamera hareketi, oyuncuların yüzlerindeki her mimik, her sahnenin kesiliş yeri, nasıl Oscar adaylığı alamadığını anlayamadığım müziğin inceliği, vuruculuğu, yeri geldiğinde kesilmesi, sahneye etkisi ve bu sahnelerin akıcılığı...filmdeki her küçük detay istenildiği gibi olmuş ve bunu da size hissettiriyor. Mükemmelliyetçilik üzerine yatırılmış bir film. Böyle ağır bir görevi de ancak yönetmen Dennis Villeneuve üstlenebilirdi. Her sene bir öncekinden de şahane filmler çıkartan Villeneuve, çok sevdiğim Enemy, koltuğumun ucunda izlediğim Sicario'dan sonra da Arrival ile yine tahta oturuyor. Ve şaşırılacak bir şekilde yönetmenlik dalında ilk Oscar adaylığını alıyor.

Hiçbir oyuncu diğerinin üstüne çıkmıyor. Amy Adams başrolü oynasa da (birazdan ona da değineceğim) aktörler size bunun bir film olduğunu hissettirmiyor. Kendilerini göstermeye, ''tribünlere oynamaya'' çalışmıyor.
Amy Adams'a gelirsek; kariyerinin en iyi performanslarından birini veriyor. Ama yine dediğim gibi ''oynamıyor.'' Performansındaki nüanslarla (evet, böyle kelimeler de biliyorum) filmin gerçekçiliğine ekliyor.

Sonuç : Arrival, yılın en sevdiğim filmi olup; yıllardır tekrar ettiğim ''keşke güzel bir bilim-kurgu filmi olsak da izlesek'' cümlesinin karşılığını veriyor.



Bugünlük bu kadar.

24 Ocak 2017 Salı

Lütfen Çocukları Pistten Alalım, Ryan Gosling Dans Edecek!

Bugünün filmi : La La Land


Hollywood'da oyuncu olmak için canını dişine takan bir garson ve jazz'ı müzik dünyasına tekrar getirmeye çalışan bir piyanist birbirlerine aşık olurlar.

Bugün Oscar adaylıkları açıklanırken bu filmi yazmamın anlamlı olacağını düşündüm. Çünkü :

1. La La Land aday olduğu her ödülü kazanacak. En İyi Film'den tutun En İyi Saç ve Makyaj'a kadar.

2. 2016 yılına geri dönüp baktığım zaman neredeyse bütün büyük bütçeli filmlerin beni hayal kırıklığına uğrattığını gördüm.(bkz. Suicide Squad, Batman V. Superman) Bu sene Mart - Ekim arası çıkan, ilgi çeken ve büyük hasılat yapan filmlerde bir tembellik vardı sanki. Üstünde yeteri kadar düşünülmemiş, uğraşılmamış, yarım yamalak bırakılmış, mükemmel yapılmak istenmemiş gibi. Ve de hepsi aynı görselleri, aynı renk yelpazesini, aynı ''depresifliği'' paylaşıyor. AMA bugünün filmi öyle değil.

Kendisini ''Gelmiş Geçmiş En İyi Müzikaller'' listesine yazdıran La La Land bu sene Sing Street'le beraber izleyebileceğiniz en neşeli filmlerden. Filmi izlerken üstünde durulduğunu, her şeyin saniyesine kadar mükemmel bir kararlılıkla hazırlandığını, çalışıldığını görebiliyorsunuz....hatta hissedebiliyorsunuz.

Whiplash'ten sonra yine bir ''müzik filmi''yle karşımıza çıkan Damien Chazzelle, belki diyaloglarıyla olmasa da ekranı muhteşem bir şekilde kullanışını, renkleri, insanları, cisimleri, temaları izleyiciye bu kadar net yansıtabilecek nadir yönetmenlerden. Ve bu daha sadece 2. filmi. Şaşırtıcı değil mi?


Başrolleri paylaşan Emma Stone ve Ryan Gosling ikilisi ellerindeki materyallerle gidebildikleri yere kadar gidiyorlar. Ne kadar Gosling film için piyano çalmayı sıfırdan öğrenmiş olsa da (ki filmde döktürüyor) Emma Stone sadece bir bakışıyla bile anlatmak istediği şeyi anlatıyor. Ve kendisine En İyi Aktris Oscar'ını kazandırıyor. Aslında kazandırmıyor, bu seneki bütün aktrislerden bildiğiniz çalıyor ödülü. Canlı şarkı söyleyişinden, Gosling'le beraber dikkatlice koreograflanmış kesintisiz dans sahnelerinden, yeri geldiğinde gözündeki parıltıyı ve yeri geldiğinde gözündeki hüznü görebilmenize kadar sizi ekrana kitliyor.





Filmin muhteşem şarkılarını, muhteşem oyunculuklarını ve muhteşem yönetilişini bir kenara koyarsak şu soru kafamızda beliriyor. Filmin neresi zayıf? Film bittiğinde bu soruyu düşündüm ve düşündüğüm anda aklımda bir cevap belirdi:
Hikaye




Hikaye orijinal olmayabilir ama bu yine de klişe bir hikayeyle orijinal şeyler yapmayacağınız anlamına gelmiyor. La La Land bunu başarıyor fakat müzikallerin zorunlu olan eksikliğini üstünden atamıyor. Evet, şarkılar ve dans sahneleri göz alıcı ama bu yine de bir film. Karakterlerin, diyalogların ve aralarında yaşanan ilişkilerin ilgi çekici olması gerekiyor. La La Land'de bu eksikliği en net bir şekilde filmin ikinci bölümü yani ''gelişme'' bölümünde bize yansıtıyor. İşte bence Singin' in the Rain gibi bir müzikal La La Land'in burada üstüne çıkıyor. Çünkü Singin' in the Rain şarkıları olmadan da iyi bir film. Hikayesi, komedisi, karakterleri, olay örgüsü...

La La Land size ''haydi, bir sonraki şarkı gelsin, sıkıldım'' dedirtse de sizin filmden kopartmıyor. Ve ne kadar ben de filmi izlerken bu cümleyi kurmuş olsam da filmin finalinde karakterlere bağlandığımı ve onları önemsediğimi farkettim. Yaptıkları gibi ''cesaretli'' bir finali de insan ister istemez takdir ediyor.

Sonuç : Bence mükemmel bir film olmasa da modern/nostaljik bir film yapmak istenilse ve bu film müzikal olacak olsa; La La Land ortaya çıkacak en iyi sonuç olurdu. Ve bunu ben söylüyorum...müzikallerden nefret eden biri.



Bugünlük bu kadar.