3 Eylül 2017 Pazar

Death Note: Anime vs Hollywood

Bir Başyapıtı Kültürsüzleştirmek


Bu yazıda bir hafta önce Netflix yapımcılığında ekranlarımıza yansıyan Death Note'u inceleyeceğim. Daha çok 2006 yılında çıkan anime ile karşılaştırıp -kendimce- neyin yanlış ve neyin doğru yapıldığını dile getireceğim. O yüzden animeyi veya filmi izlemediyseniz hemen gidip izlemenizi öneririm çünkü 'spoiler' bölgesine giriş yapıyoruz. Anime olan Death Note, mangayı muhteşem bir şekilde adapte edip ağır ve derin felsefik temaları bir çizgi dizisi içine enjekte eden aynı zamanda heyecan verici, rahatsız edici ve eğlenceli olmayı başaran nadir dizilerden biridir, o yüzden izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. 2017 yapımı film olan Death Note'u ise bir adaptasyonun nasıl yapılmaması gerektiğini görmeniz için izlemenizi tavsiye ederim.(Dikkat edersiniz ki bunu şiddetle tavsiye etmiyorum.)

 

Eğer animenin ya da manganın film halini izlemek istiyorsanız, bu film sizin için değil. Filmin adı sadece Death Note, karakterlerin adları sadece aynı. Ne hikaye, ne karakterlerin görevleri, ne motivasyonları, ne de bu hikayedeki gidişatları aynı. Sadece konsept aynı. Eğer birebir bir adaptasyon izlemek istiyorsanız 2006 yılında çıkan Japon yapımı film Death Note'u izlemenizi öneririm. 

2017 Death Note'a gelirsek:
Film adaptasyonu Japon kültürünü Amerikan -Batı da diyebiliriz- kültürüne göstermemeyi tercih etmiş. Hikayeyi alarak komple 'bir Amerikan filmi' olarak yansıtmış. Animenin sizi koltuğunuzun ucunda oturtan müzikleri yok; onun yerine 80'lerin Amerikan soft-rock şarkıları var. L ve Light arasındaki o kedi-fare oyunu, sonunu tahmin edemeyeceğiniz hikaye noktaları, akıllıca ve kurnazca iki karakterin birbirini yakalama çalışmaları yok; onun yerine yüzlerce, binlerce aksiyon filminde izlediğimiz sıkıcı bir kovalamaca sahneleri var. Ve inanır mısınız, bir sahnede L bir arabanın kaputunun üstünde kayıyor. Evet, yanlış duymadınız. O hani animeden çok sevdiğiniz dedektif L var ya işte bu filmde Light'ı kovalıyor... POLİS ARABASI ÇALARAK. Sonra Light'ı tesadüfen bulduktan sonra koşarak kovalamaya geçiyor. Kovalamanın sonunda animeye yakınlaşıyorlar en azından. Kovalama sonunda Light onu akıl oyunlarıyla etkisizleştiriyor, hatırlıyorsunuz değil mi? HAYIR. Yalan söyledim, öyle bir şey yok. L tam Light'ı kıstırmış, elindeki tabancayı -L ve tabanca... ne alaka- yüzüne doğru doğrultmuş... ve ne oluyor? Bir anda oradaki dükkandan çıkan bir adam L'in kafasına kürekle vuruyor. Ta daa, buyrun size Amerikan Death Note. 

Tema Farkları

Animede önemli olan şey defter bile değil aslında. Evet, defter dizinin en büyük aracı olabilir -dizinin adı sonuçta- ama anime çok daha büyük temaları da ele alıyor. Dizi sadece Light'ın sevmediği insanları öldürmesi üzerine olsa birkaç bölümden sonra sıkıcı olurdu zaten. Dizi, Light kadar ilginç ve akıllı bir karakterin eline geçen bu defter sayesinde büyük bir görevle başa çıkışını anlatıyor. Light, masum insanları da öldürebilecek kapasitede bir karakter.(Yeri geldiğinde öldürüyor da zaten) Amacı 'Tanrı'yı oynamak' değil, 'Tanrı olmak'. L ile içine girdiği çatışma fiziksel bir kavga değil, hatta fiziksel bir kavgadan olabildiğince uzak. Hep bir adım sonrasını düşünen iki -artık deli sayılacak kadar- zeki insanın birbirlerini alt etme çabaları. Light Yagami karakteri kendini 'adalet' kavramının fiziksel hali görerek dünyada adaleti sağlamak için önüne gelen herkesi ve her şeyi kullanabilecek, yoluna çıkan engelleri hiç üzülmeden ya da ahlaki bir suçluluk hissetmeden yok edebilecek bir psikopat. Evet, Light'a psikopat dedim, lütfen taşlamayın. 
Dizinin 37 bölümünde genel olarak sorulan bir soru var: 'Adalet nedir?' Hatta birbirleriyle çatışan iki baş kahramanımızın 2. bölümde kendi kendilerine dediği bir cümle de bu tezimi kanıtlıyor: 'Ben adaletim.'  (sahneyi izlemek için tıklayın)


Filmde ise adalet kavramı yerini 'iyi ve kötünün savaşı'na bırakmış durumda. Light Turner karakteri suçluları ve sadece suçluları öldürerek kendini iyi bir katakter olarak yansıtıp neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösteriyor. Light'ın karakterinin motivleri siyah-beyaz kadar net olmasa da 'yapması gereken' bir şey olduğunu biliyor. Hatta defterlerle ilk cinayetleri, okulun zorbası ve annesinin katili oluyor. Amacı 'Tanrı olmak' ya da 'Tanrı'yı oynamak' falan değil, 'dünyada düzeni sağlamak'. 


Filmde sorulan soru ise: 'Böyle bir gücün sorumlulukları nedir?' Adalet kavramı da orada burada bahsediliyor ancak bu ağır ögelere yeterince zaman ayrılmıyor. Film gidip ergen romantizm, slow-motion dans sahneleri ve kalabalık bir 'sonuç' bölümüne -buraya değineceğim- yer vermeyi seçiyor. Filmi yapmaya çalıştığı şeyler için takdir ediyorum, fakat başaramamış. Böyle yüklü temaları sadece 1 saat 40 dakikalık bir filmle anlatamazsınız. Anime bile 25 dakikalık 37 bölümde anlatabilmişken, bu konsepti sadece bir filme sığdıramazsınız. 

Karakterler

Animede Light Yagami, çok başarılı bir öğrenci ve bu zekası sayesinde Death Note'u eline geçirdiği anda tam olarak ne yapacağını bilen bir karakter. Bu gücü Kira olarak benimseyip hiçbir şekilde duygularının başarmak istediği şeyin önüne geçmesine izin vermeyen bir idealist ve narsist.
Filmde ise Light Turner, deftere sahip olmadan önce annesini kaybetmiş -sempati puanı +1- ve Tanrı kompleksi olmayan biri. Böylece izleyenler karakterle daha kolay bir şekilde empati yapıp onun yanında durabiliyorlar. Animedeki gibi 'Yeni Dünya'nın Tanrı'sı' olma gibi bir amacı yok, kendini insanlardan üstün de görmüyor, insanlar için bu gücünü kullanıyor. Ona kötülük yapanları cezalandırıyor. 
Yagami ve Turner'ın arasındaki en büyük fark da bu: 
Birisi seyircilerin sevip sevemediğine karar veremediği bir egoist; diğeri ise ahlaki bir çizelgesi olup defteri kendisinin ve insanların yararına kullanan bir liseli. Nat Wolff yaratmak istedikleri Light'ı iyi bir şekilde oynamış fakat onun yerine daha tehlikeli bir Light karakteri yazılıp, daha tehditkar gözüken bir oyuncu oynatılabilirdi.


Willem Defoe'nun seslendirdiği Ryuk ise belki de animeye en çok yaklaşan karakter olmuş. Ama çoğu yan karakterde olduğu gibi yeterli zaman verilmediği için önemsiz bir yan karakter oluyor. Animede izlemekten keyif aldığımız Ryuk'u görebiliyoruz filmde, en azından o potansiyeli. Fakat filmde sadece Death Note'un kurallarını söylemek ve gönderme olarak elma yemek için orada. Bu kadar maalesef.

Animede Misa, saf ve yaptığı her şeyi Light'a olan aşkından yapan bir karakter. Kullanıldığını anlasa bile Light'a duyduğu hislerden vazgeçemeyen ve onu mezara bile takip edebilecek bir kız. 
Filmde ise psikopat. Hollywood'un 'güçlü bir kadın' olarak karakter anlayışı. Light'ı manipüle ederek gücü yakalamaya çalışan bir insan. Öldürmek için amacı yok, defteri istemesinin tek sebebi bu öldürme gücünün ona tatlı gelmesi. Animede Light'ın karakteristik özelliklerini filmde Mia'ya -adını da değiştirdiler- yüklemişler. Bir sahnede Light'a 'seni seviyorum' diyor ve aşkları alevleniyor. Bir sonraki sahnede 'seni manipüle ettim, öleceksin HAHAHA' diyip klasik bir kötü karakter tarzına bürünüyor. Bıyığı olsa bıyığını burup: 'Defter benim olacak, Sayın Turner.' diyecek. Havalı, güzel ve manyak. Tebrikler Hollywood, güçlü bir kadın karakter yazalım diyip her cümlesi bir öncekiyle çelişkili, anlamsız ve etkisiz bir karakter yazmışsın. 

L, animede aşırı sakin, gizemli ve duygusuz bir dahi. Yaptığı çıkarımların sebepleri var, sonuçları var, onunla birlikte düşünme ve 'acaba şimdi ne yapacak?' cümlesini söyleyebilme şansımız var. Karakterin geçmişini de hemen öğrenmiyoruz, kim olduğunu ve nasıl buralara geldiğini göstermek için zamana bırakıyorlar. Ve öğrendiğimizde de doğru yerde ve doğru zamanda öğreniyoruz. Watari ise onun sadece yardımcısı, hatta uşağı. 
Filme bakarsak, L'in geçmişi neredeyse aynı fakat en büyük fark bunu ne zaman açıklamayı seçtikleri. Karakterle tanışıyoruz ve 10 dakika sahne aldıktan sonra geçmişini öğreniyoruz. Hani nerede karakter geliştirmesi, nerede gizemi, nerede bu devlet? 


Filmi 2. izleyişimde birkaç not aldım -evet bu filmi iki kez izledim-, onları paylaşacağım:

L ile filmin 30. dakikasında tanışıyoruz. Kira'nın Japonya'da bir kulüpteki insanları katletmesini araştırırken karşımıza çıkıyor. Daha sonra Watari'yi tanıtıp 3 dakikalık sahneyi sonlandırıyorlar. L daha sonra Light'ın babasıyla bilgisayardan yaklaşık 2 dakikalık bir görüşme yapıyor. Ve Kira'nın Seattle'da olduğunu söylüyor. Çok basit sebeplerden dolayı bunu söylüyor, yani herkes bulabilir. L bir dahi olarak değil, sadece haberleri dikkatli izleyen bir insan olarak gösteriliyor. İlerleyen sahnelerde Light'ın babasıyla tanışıyor, 2 dakika. Ve sonraki sahnede de televizyona çıkarak Kira'ya meydan okuyor, bu da yaklaşık 2 dakika. Peki L karakterini bir sonraki sahnede ne yaparken görüyoruz, hatırlıyor musunuz? Light ile buluşurken.... yüzyüze... bir kafede... arada hiçbir şekilde bir gerginlik, tansiyon ya da çatışma yokken. Bu buluşma tam olarak filmin 52. dakikasında oluyor. Light ile 43 dakika, L ile sadece 9 dakika geçirmişiz ve aralarındaki 'dahi' çatışmaya mı inanacağız? Bu büyük rekabet, animede ilk buluşmaları bile özel olan bir anı sadece 50 dakikaya mı sığdırdınız? L kadar geçmişi ve düşünceleri geniş bir karakteri, onun seviyesinde olan Light ile buluşturmadan önce üzerinde sadece 9 dakika mı durabildiniz? 


Ve şunu da not olarak yazayım: Karakterin siyahi olması umrumda bile değil. İsterse beyaz tenli yapmış olsunlar... bu L değil. L duygusuz, zeki, kimsenin yapamayacağı çıkarımlarda bulunabilen bir rahatsız. Tek amacı Kira'nın kim olduğunu bulabilmek, bulduktan sonra da yakalayabilmek. Filmdeki L, Watari öldükten sonra onun intikamı için hareket ediyor. Amacı, bu büyük katili yakalamak değil, öldürmeye geçiyor. Adaleti ele geçirmeye çalışan bir karakteri alıp Kira'yı yakalaması için en büyük motivasyonu olarak 'intikam' olgusuna dayanmışlar. L yakından uzaktan öyle bir karakter değil. Yok telefondan Watari'inin ölümünü öğrenecekmiş de slow-motion ağlayacakmış da -sempati puanı +1- depresyona girecekmiş de intikam aramak için sokaklarda Light'ı kovalayacakmış da...

Yönetmen

Yönetmen Adam Wingard'ın 80'ler sevdasını burada da görebiliyoruz. Yönetmenin tarzı kötü değil, sadece böyle bir hikayeye uygun değil. The Guest filmi için slow-motion sahneler, 80'ler temalı bir soundtrack ve yine 70 ve 80'lere gönderme olarak gösterilen kanlı sahneler uygun. Ama Death Note gibi psikolojik gerilim tadında her sahnesinde endişe ve korku hissedilen bir film için değil. Deftere yazılan ölümler rahatsız edici olmalıydı böyle Final Destination tarzı kanlı oraya bağırsak buraya bağırsak uçuşan ölümler değil. Soundtrack de kötü değil, eğer şarkılar baz alınarak bakarsak. Güzel ve benim de dinlediğim şarkılar ama Death Note gibi bir hikayeye ve ekrana yansıtılan görsellere uyumlu değiller. Film bile kendi tonunda kararsız. Lunaparktaki son büyük sahnede bunu çok net görebiliyoruz. Hatırlatayım size:

''Mia delirmiş, 'give me my fucking book' derken defteri Light'ın ellerinden söküp alıyor. Light eğer Mia deftere dokunursa ölmesini ve kendisinin kurtulmasını deftere not etmiş, tabii bunu sonradan öğreniyoruz. Mia defteri aldıktan sonra dönme dolap Ryuk tarafından parçalanırken Light ve Mia slow-motion bir şekilde ölümlerine doğru düşüyorlar.''

Bu çok ciddi ve korku verici bir sahne olabilir. Bütün film boyunca bu çiftin ilişkisini anlattık, ne kadar klişe olsa da. Mia'nın ölümü rahatsız edici ve gerçek olabilir. Ama ne oluyor, 1980'lerden romantik bir şarkı eşliğinde düşüyorlar. Çocuğun bütün filmdir aşk yaşadığı kız ölürken komik bir sahne yaratılıyor. Kararsız bir ton gösteriyor film. Komik sahneler yeteri kadar komik değil, ciddi sahneler de kısa oldukları için yeterli etkiyi yaratamıyorlar. (sahneyi izlemek için tıklayın)

Sonuç: 2017 yapımı Amerikan Death Note kötü bir film değil, sadece kötü bir adaptasyon. Bunun nedenlerini de Amerikan-laştırma ve hikaye ve karakterleri seyircilerin anlaması için basitleştirme olarak gösterebiliriz.

Bugünlük bu kadar.