Zor ve uzun (ve uykusuz) bir gecenin ardından odayı
paylaştığım iki arkadaşımdan birinin iki kişilik yatağında yatıyorum. Yanımda
Cat Stevens’ın Wild World şarkısı çalarken kendimi David Foster Wallace sanıp
deneme yazıyorum. Kötü olan şey ne biliyor musunuz? Kafalarımızda o yapmayı
istediğimiz bir şey var ya, hani hiçbirimizin gerçekleştiremediği ama
hayatta tek istediği şey olan şey. Beynimizin fonksiyonlarını durduran,
bizi diğer hiçbir şeye odaklanmamamızı isteyen, hayalimiz olan ama bu hayali gerçekleştirene
kadar hayatımızı işkence haline getiren şey. İşte o şeyden bende
de var şu anda. Kafamda… kalbimde. Neremdeyse artık.
İnsanlarla konuşmakla ben o kafamdaki şeyi
gerçekleştirmeye yaklaşabiliyorum. Ama bazen insanlarla konuşamıyorsunuz, bazen
konuşmuyorsunuz, bazen de konuşuyorsunuz ama dinlemiyorlar. Belki de böyle
buruk, kırık ve anlaşılmamış gitmek istemiyorum buralardan, bu dünyadan. Kafamdaki
şeyi ne kadar düşünürsem aklıma bir o kadar Ahmed Arif geliyor. Leylim
Leylim kitabında hayatının aşkına yazdığı mektuplar, aldığı garip
karşılıklar. Hayatının aşkına dokunamıyor, sadece mektup yazıyor; aylarca, yıllarca,
on yıllarca. Ahmed Arif bu kafasındaki şey için hayatını adıyor ve
mesleği olan yazarlığıyla tutkusunu birleştiriyor. Hem yazıyor hem aşık oluyor,
hem Leyla’sına yazıyor hem yazmaya aşık oluyor, hem Leyla’sına daha da bağlanıyor
hem de kalemini güçlendiriyor. Mektup üstüne mektup, usanmadan yılmadan sadece
o kafasındaki şey için uğraşıyor. Kimsesi yok yanında, yalanları bile
ondan mahrum. Eğitimin insanı iyi bir insan yapmadığını da bilerek Ahmet Arif’in
bu kadar iyi eğitilmiş, okumuş bir insan olarak kafasındaki şeyi nasıl
bir saplantı haline getirdiğini düşünmeden edemiyorum. Hayatının aşkı olarak gördüğü
Leyla Erbil’i rahatsız edecek şekilde bir dil de kullanmıyor, hatta Leyla Erbil
neredeyse her mektubuna iyimserlik ve bir dost sevgisiyle karşılık da veriyor.
Ama Arif devam ediyor. Şiirler, mektuplar, hayat adamaları, yazdıkları için
hapse girmeler, hapishanede yazılan mektuplar… Mektupları okuyunca bir yazarın,
bir adamın, bir insanın nasıl hayatta her anlamda söndüğünü görüyorum. Yirmi üç
sene süren mektuplaşmalar sırasında 1950’lerin sonuna doğru hala Leyla’ya aşıkken
yazdığı mektupların imzaları ‘Kulun-Kölen’ şeklinde bitiyor. Bazen ‘Sakın üzülme.
Yalvarırım üzülme.’ şeklinde cümlelerle mektuplarını sonlandırırken 1977’de en
son mektubunun sonlarına doğru eşinden ve çocuğundan bahsediyor. Bir adamın
kafasındaki şeyden vazgeçmiş olduğunu sadece kelimelerinde görüyoruz.
Belki de saplantılı bir sapıktı, kadının peşini mektuplarla
bırakmadı diyeceğiz.
Belki de masumane aşkını sonuna kadar devam ettirdi, ne
kadar mektuplarla ve kâğıdın üzerine koyduğu kelimelerle olsa da diyeceğiz.
Belki de kafasındaki şey hiçbir zaman gerçekçi
değildi diyeceğiz.
Ama ben şunu diyorum: Ahmed Arif bir konu hakkında çok
haklıydı:
‘Amerika insanı çok değiştiriyor be Leyla.’